Haber 365
Haberlere Hızlı Erişin Son Dakika Haberleri ve Gelişmeleri Anında, Herkesten Önce Öğrenmek İçin;
Takip Et
2019-nCoV Hastalığı Coronavirüsler
Prof. Dr. İsmail Hakkı Aydın
11.12.2021 Saturday 12:12

Çok yakın bir zaman önce (3 Kasım 2021) “Metaverse, Yaşam 4.0” isimli oldukça uzun ve konunun özellikle istikbale matuf tehlikelerine dikkat çeken bir makale yazmıştım. Yayınlanır yayınlanmaz, medya organlarında okunma oranları itibarı ile en üst sıralarda yer alan ve halen ayrıcalıklı müstesna yerini koruyan bu makale çok ses getirdi. Yayınlanmasını takiben, aynı gün ve ertesi gün, diğer bazı yayın organları makaleyi, kendi yorumlarını ilave edip, sitelerine alarak neşretmişlerdir. 

Akabinden, hemen ertesi gün(4 Kasım 2021), ABD’de Mark Zuckerberg, bu “sanal gerçeklik” olarak telakki edilen “Metaverse” ilgili açıklamalarda bulunmuştu. Dünyada gündeme oturan ve mevcut “internet”in canına okuyacak ve sonunu getirecek olan ve kanaatimce temellerini Hasan Sabbah’ın attığı ve ilk olarak fedailerine “primitif, ilkel formunu” tatbik ettiği bu “METAVERSE” hadisesi, TV ve diğer medya organlarının yanında, bütün haber portallerinin konusu olmuştur. 

Eşzamanlı olarak, arkeolojik kazılar, tarihi kaynakların yeniden gözden geçirilmesi, bilim dünyasında yapılan araştırmalar ve alınan sonuçlar, insanlığın ve hayatın bir başka boyuta evrildiğinin işaret fişeklerini patlatıyordu. Yeni Dünya Düzeni, “para ve yaratıcılık” üzerine kurgulanmıştır. İnsanoğlu ne zaman, ahlak, edeb, namus, onur, şahsiyet, haysiyet, merhamet, gerçek zevk, hakiki keyif, ruhi huzur, saadet, kültür, san’at, edebiyat, münevverlik ve insanlığın, paranın satın alamadığı ve alamayacağı hasletler olduğunu farkına varacak! Bu çok önemli bir husustur. Yine hatırlatmalıyım ki; Kâinatta toplanan bütün bilimsel, kültürel, toplumsal, çevresel, bitkisel, hayvansal ve kişisel bilgiler, “Metaverse” ve “Matrix” için biriktiriliyor! Elde edilen bilimsel verilerin, teknolojiye adapte edilmesi ve piyasaya sürülmesi, sanal gözlük ve başlıktan sanal eldiven, ayakkabı, pelerin ve elbiseye kadar her şey, kanaatimce henüz “Taş Devri”ni yaşayacak olan “Metaverse” enstrümanları olacaktır! Karmaşık ve alternatif bir “paralel dünya” sunan ve özellikle gençlerde, uyuşturucu bağımlığı gibi bir bağımlılık yapacağını düşündüğüm “Metaverse” sayesinde, ilkel dönemlerini yaşayacak olsa da, izlenen filmin içerisine dalmak, hatta o esnada rol almak da mümkündür. Diğer sistemlerin demode olduğu bu sistemde, “Avatar”ı olmayana kimlik bile verilmeyecektir sanırım! Bir anlamda da “Metaverse” sınırsızlıktır ve vicdanı yok edip, istenilen hayalleri gerçekleştirme fırsatı(!) veriyor insana(!). Biraz da “ŞİRK” mi kokuyor ne… Oturduğumuz yerden, İbn-i Sina, Hipokrat ve Galen’den Tıp, Eflatun’dan, Farabi’den Felsefe, Aristo’dan Metafizik, Mevlana’dan Ahlak, Galileo’dan Astronomi, Newton’dan, Einstein’dan, Tesla’dan Fizik, Pascal’dan, Laipniz’den Matematik, Spinoza’dan Felsefe, Pierr ve Marry Curi’den Radyoatvite, Turing’den Bilgisayar Dili vs derslerini, sorulu-cevaplı bir şekilde, interaktif olarak, alabilmemiz mümkündür! İstediğin hocadan, istediğin dersi al! Ülke değiştirmeden, oturduğun yerde dünyanı değiştirebileceksin! Hayata dair her ne varsa, kuşak çatışmalarının kaçınılmaz olduğu “Metaverse”de de bulunacaktır. Cami, Kilise, Konser Salonu, Tiyatro, Sohbet Odaları, Ev, Okul, Sevgili, Eş, Arkadaş… Bu, çok yakın bir zaman sonra gerçekleşecektir. Ancak, “Metaverse”in “sonrası” da var… 

Esas hedef, Tanrı’yı oynamak değil midir ki! Bazı bilgisayar oyunlarında, oyuncu “put”un önünde “secde” etmeden, eğilmeden bir üst level’a(seviye) geçememektedir! Satanizm’in ayak seslerini kim duyar ki… Küresel sermayenin desteklediği bir “din”… Biraz İslam, biraz Hristiyanlık, biraz Yahudilik, biraz Budizm, biraz Hinduizm ve biraz da Deizm alıntıları ile “Yeni Bir Kült Din” ve tek dilli, tek dinli ve tek devletli tek tip insan planlanıyor! Önümüzdeki bu tehlikeyi ve felaketi, aşk olsun görmeyene/göremeyene! Zuckerberg’in beyanatları ile birlikte, Arkeolojik araştırmalardan, Göbeklitepe kazılarından elde edilen ikonlar, semboller ve özellikle açıklanması ve bilinmesi istenmeyen tarihi bulgular, gün yüzüne çıkan 300 yıllık kartal rozeti, “Zerzevan Kalesi”, “Mitras Tapınağı”, Bill Gates’in durup dururken “Çiçek Salgını”ndan bahsetmesi, 5 G, 6 G, Grafen, Black Goo, Morgellon Hastalığı(Parazit Kuruntus Hastalığı), Mikrodalga Silahlar, Chemtrials(!), Antik Mikroplar ve pandemileri, İklim Değişikliği Toplantıları, Hava Kirliliği, Buzulların Erimesi, Kontrollü “Prion” ve Kuduz Salgını, Öfke Pandemisi, Hava yolu ile yayılabilen Pandemiler, ortak Çalışan Böcekler, CRISPIR Cas9 Teknolojisi, BlockChain, Kripto Para, İşleme Dayalı Ekonomi, HES kodu, menfaat bezirgânları “Metaverse Tanrısı(!)”, kendi hayalleri doğrultusunda “Metaverse”lerini oluşturma peşindeki Şirketler, Dijital Devletler ve Dijital Dünya, “Evrensel Temel Gelir”, Singularity(Teknolojik Tekillik), Hacklenebilen, sıfırlanabilen ve resetlenen beyinler, Lücifer(Işık Tanrısı) ve Nanobotlar, bilim ve insanlık tarihine yeniden bakmayı, analiz etmeyi ve yeni baştan(sil baştan) yazmayı gerektirecektir. İş başa düştü… Çünkü Dünya, yan gelip yatma yeri değildir! Kur’an, tatil, emeklilik, sırt üstü yatmak, bayram ve seyran gibi “başıboş” şeylerden bahsetmez! “Humanize Hayvan”lar her yerde, “Animalize İnsan”lar yolda olsa da… Hafızanın depolandığı “Prion proteinleri”, öldükten sonra toprak vasıtası ile bitkilere ve oradan da insanlara geçebilir. Bu sebepledir ki, mezarlıklar, nakledilebilir hafızadır! Hafızanın nakli, beyindeki prion hafıza proteinlerinin ayrıştırılarak nakledilmesi ile mümkün olacaktır. Bu bilimsel verinin ışığında unutulmamalıdır ki; Bioterorizmin en önemli aracı, “Prion Salgını”dır. Tedbiri kimin almasını bekliyoruz ki… 

Babil dönemini, günümüze taşımak isteyen, Neal Stephenson’un 1992’de yazdığı “Snow Crash” isimli romanı, gerçek mi oluyordu da insanlık ve hayat uyumaya devam ediyordu? Lakin zihin dünyamızın dışındaki hiç bir şeyi de bilemeyiz! Bu nedenle beynimizin ve düşüncemizin yanında zihnimiz, bilincimiz geliştirilmesi, eğitilmesi ve öğretilmesi gereken en önemli fakültelerimizden birisidir. Ben de zihin dünyamda, önce kendimi kaybetmek, sonra da bulmak peşindeyim. Nitekim filozof olmadan bilim insanı olmak mümkün değildir. İnsan, “bilen” insandır ve insanlık, farkındalıktır. Çalışan insan (Homo Fabere), düşünen insandır aynı zamanda, düşünmek “beyn”in, üretmek “el”in fonksiyonu olsa da… Her “Bilim İnsanı”, “Filozof”tur, “Bilim” de, bir “din” ve bir kültürdür ve “Felsefe”, farklı tasavvurlar manzumesidir. Felsefenin ortaya çıkabilmesi ve tekâmülü için de, alfabe, para ve hürriyet şarttır. Aksi esarettir. Tercihler, felsefi bir boyut belirler ve farklılıklar cemiyetin temelini oluşturur. Bu arada biraz Matematik’ten söz etmek istiyorum. Zira Matematik olmadan bir şey olmuyor ve bir şeyi anlayamıyoruz. Kâinatın bilinci, müşterek ve cihanşümul, kollektif ve matematiksel bir bilinçtir ve Felsefesi ufku ile müterafıktır. Matematiğin kesinliği ise, kendi doğrularıdır. Çünkü Matematik ilk yaratılandır, baştan çıkarıcıdır, şehevî bir tarafı vardır, icat değil, keşiftir ve neyin doğru olduğunun değil, niçin doğru olduğunun peşindedir. Teorik Fizik de, bunun için ortak akıl olan Matematiktir. Fizik yararlılık peşindedir, Matematik gerçeğin, hakikatın… Matematiksel Mantık da çok önemlidir. Dünyanın, hatta düşüncenin bile matematikselleştirilmesi gerekir! Kâinatı anlamanın ve anlatmanın, Matematik’ten başka bir yolu da yoktur. Bilim tekrar edilebilen olaylar manzumesidir ve bilim için bir “SON” yoktur. Tekrarlanamayan hadiseler, metafiziğin konusudur ve “Mucize” olarak adlandırılır. Bu sebeple; “An”, “Ben” ve “Varlık”ın bilimi değil, metafiziği yapılabilir. Anlamın varlığı, amacın varlığına bağlıdır. Bu sebepledir ki, biz insanlar da öğrenmekten ziyade, anlamak peşinde olmalıyız bütün bu olanları. Nitekim insan zihni, belirsizliğe karşı savunmasızdır! Benzemek değil, “kendi” olmaya gayret gerektir. Bütün bunlarla birlikte, evrensel boyutta “Sümer Dilini ve Dini”ni canlandırmaya kalkışanların, “Tanrı”, bilimin konusu olmasa da, Kur’anı Kerim’in Nisa Süresinin 119. Ayetinden bihaber olduklarını da ifade etmek ve hatırlatmak durumundayım. Zira “Gelecek, “şimdi”dir, her şey, bir “oyun”dan ibarettir, bilim için, bir “SON” yoktur ve “İnsanlık” da, hayata dâir farkındalıktır ve farkında olmaktır! En büyük güç, “Kollektif İlâhî Ruhsal Enerji Gücü”dür. 

Ruh demişken; üreme, beslenme ve büyüme temelli “Bitkisel Ruh”, duygu ve iradi hareket ile müterafık “Hayvansal Ruh” ve konuşma, düşünme ve itibar özellikli “İnsani Ruh” kavramlarını da bu arada zikretmek istedim. Nitekim hayvanda ses, insanda söz vardır! Maalesef Kur’an’ı, Cihanı ve hayatı anlamayan insan, fıtratından uzaklaşarak hayatın sonunu bizatihi kendisi hazırlıyor! Umutların, ruhlarla beslendiğini, Dünyanın kötülüklerden arınma yeri ve Kâinatın kumaşının titreşim, hayatın ise, “AŞK”tan müteşekkil olduğunu ne zaman fark edecek, ölmeden önce ölmek peşinde koşan bu insanoğlu! Meçhuller birbirini kovalıyor… Lütfen biraz tefekkür edelim, düşünelim hayatın, fıtratın ve neslin bekası ve istikbali için “Akl-ı Selim”imiz ile… Bilimsel açıdan kısa bir göz atalım, isterseniz yakın geçmişimize. Bu mülahazaları, nisbeten “Sokratik” düşünce ve felsefe ile yapacağımı önceden ifade etmek istiyorum ki, bu çerçevede anlaşılmaya çalışılsın yazdıklarım… Zaman zaman yeryüzünde çeşitli sebeplerle doğal felaketler, salgınlar, depremler, yangınlar vs olmuyor mu? İçinde bulunduğumuz “Siber savaş ve işgali”nin kararlarının “Bulut”tan geldiğine kim itiraz edebilir ki. “RF Bombası” ve “Sepsis Salgını”nı kim inkâr edebilir. Kovit sebebi le ölümlerin yaklaşık %30’unu “sepsis” oluşturuyormuş! Wi-Fi bir silah olarak kullanılamaz mı? Mikrodalga, canlı cansız tüm maddelere, oksijen atomunun frekansını değiştirerek zarar vermiyor mu? Elektromanyetik kirlenme, hayatı ve tabiatı, dolayısı ile Dünyayı, hatta Kâinatı tehdit etmiyor mu? Antik mikroplar, buzulların erimesiyle, kontrol edilemeyen salgınların olabilirliği açısından büyük tehdit oluşturmuyor mu? 70.000 Starlink alçak uydu sistemi fezayı işgal etmiyor mu? Trojanlar Dünyayı işgal peşinde… Neden? Akıllı evler, sistemler, şehirler ve daha niceleri, hatta beyinler, gerçekten kendi kontrolümüzde mi yoksa başkalarının mı? Elektromanyetik bombardımanla, adaleler ve sinirler felç edilemez mi, kalbe basınç uygulanamaz mı? Konu buraya gelmişken, biraz da “Chemtrial”dan söz etmek istiyorum. ABD ordusunda bir ders olarak da okutulmaktadır. Jet motorlarının yanma ve buharlaştırma sistemi ile ilgili ve ters mühendislikle anlaşılabilecek konuların işlendiği bir ders… Yine bu arada ifade etmeliyim ki, milimetrik veya daha küçük boyutlardaki Smart Dust(Akıllı Tozlar) ve Nanotags(Yarı insan yarı bilgisayar) nanoparçacıklar halinde her yerde ve her şeyde olabilmektedir. Ne düşündüğümüz ve ne hissettiğimiz kayıt altınada… Sensör kümeleri havada sürü halinde bulunabilmekte, cooperated insect (ortak çalışan böcekler) her yerde cirit atabilmektedir. Biyolojik olanlar bir yana, silahlar bile artık nano boyutlarda… Davranışsal kontrol yöntemleri ile, beyin etkileyici nanosilahlar faaliyette! Canlılığını yitirmiş bazı bitki örneklerinde Ya Genetik Mühendisliği boş mu duruyor? “Raven New” (Yeni Kuzgun Projesi) devam ediyor. Optogenetikçiler, ışık yapan DNA ve RNA parçacıkları üzerinde çalışıyorlar. DNA yazdırılıp sentezleniyor. Zehirleyici protein neden ürettirilemesin ki RNA üzerinden. Her baz çiftinin kendine özgü bir titreşim frekansı vardır. Bu ses ve frekans dizilimi ve düzenini, ışık ileten bileşkesi doğru frekans ile tüm dizilim etkilenebilmektedir. Işık da zehir de üretmek/ürettirmek, mümkün gibi görünüyor! DNA bazları, bilgisayar gibi çalışır. Frekans dizilimini, doğru ışık ve ses frekansı ile değiştirmek mümkün olur. Nitekim içinde karar verici mekanizmayı da barındıran bu DNA, zehir de üretebilir! Nanobotlar, kendisini oluşturan maddelerden, transhumanistik araştırmalarda kullanılmakta, fotonik kristal iplikçikler ve DNA-Porfirin kompleksi yapay ışık amaçlı işlerlik göstermekte, DNA bazlarını etkileyebilmektedir. Karbon Nanobotlar vasıtası ile DNA tarafından işlenen ışığı toplayıp, onu okunabilir bir “öfke” halinde tüm topluma yöneltmek mümkündür. Öfkeli bir toplum oluşturmak neden olmasın ki… Sisteme öfke tanımlanması gibi bir şey işte. Örneklerini görmemiş miydik sanki! Ego ve cinsellik bile kontrol altına alınabilir. “Evrensel Temel Gelir” de artık, herkes için belirlenecek ağa babalar(!) tarafından.

Morgellon(Parazit Kuruntusu) Hastalığında olduğu gibi, kırmızı kök hücreleri, böcekleri öldürmeye programlanabilmekte, sineğin DNA’sını simule ederek, endüstriyel tarımda, böceklerle savaşta “ışık saçan gözler” aracılığı ile kullanılmaktadır. Ya insanlarda… “Metaverse” ve 2023’de hayata geçirilmesi planlanan Siber Dünya Düzeni ile birlikte, gaz, elektrik ve enerji santralleri ve dağıtım merkezleri, bankalar, devlet daireleri, nüfus ve tapu kayıtları siber saldırıya maruz kalabilecek ve “Siber Terör” ile kaos ortamı oluşabilecektir. Her şey “Metaverse” için hazırlanıyor ve ürünler de Blockchain ile tescil ediliyor. İnsan neslini, fıtratı, enerjiyi, iklimi ve dolayısı ile gıdayı kontrol altında tutmak isteyen zihniyet, Allah’ın haddini aşanları iklim ile cezalandırdığının ve tarihsel göçlerin ana sebebinin, kuraklık, susuzluk, sel, volkan, deprem ve su taşkınları gibi afet ve iklim değişiklikleri olduğunun farkında ve her şeyi tek elden yönetmek(Singularity) sevdasındadır. Nitekim Bakar Suresi 205. Ayet de bunu ifade etmektedir. Yeni düzende, paylaşım ekonomisinden ziyade, satın alma değil kiralama ön planda tutulmaktadır. Beyinler ve veriler kontrol altında… Dünya değişecek! Biyometrik bilgiler, CRISPR Cas9, Kodlar, Biohacker, Kripto paralar, Blockchain, her şey… Artık CRISPR tekniği ile tedavi ve hasta etmenin yanında, her yerde her zaman her şey yetiştirmek de mümkün! Teknoloji insanın içinde şimdi! “Kötü niyetli, şeytani akıl” olmasa, ne güzeldir “kul” olarak “hür” olmak… İslam âlemi ve insanlık, gaflet uykusuna devam etsin, bakalım nereye kadar! Web 2.0 değil, web 3.0 diye de bir şey kalmadı artık! Bana göre, biraz da Allah’a kafa tutmak gibi düşündüğüm “Metaverse”, web 3.0’ın bir üst versiyonudur. Aslında “Metaverse Sonrası” bir âlemin de olacağını şimdiden ifade etmek durumundayım. “Horizon Home” (Ufuk Evleri) ile insanı topraktan ve toplumdan uzaklaştıracak olan, her türlü aktiviteye müdahil olma, yaşama, hissetme, iletişim içinde bulunma ve sonsuz bir iştahla zevkini çıkarma imkânı sağlayan ve şimdilik “Taş Devri”ni sürecek olan “Metavers Dönemi”, yakın bir gelecekte, herhangi bir donanıma, aracıya ve enstrümana gerek kalmadan, sadece beyin gücü ve düşünce mahareti ile, muhayyile çerçevesinde istenilen hayatın, kurgulanan bir rüya halinde yaşanabileceği bir merhaleye geçecektir! Zaten gerek Chicago Üniversitesinde ve gerekse Japonya’da yapılan çalışmalarla rüyalar “edit”lenebilmekte, videoya kaydedilebilmekte ve istenildiğinde tekrar tekrar o rüya görülebilmektedir. Bu hususta makaleler yayınlanmıştır.

Bütün bunlar, “ENSTRUMANLARLA BİR RÜYA GÖRME HADİSESİ” olarak telakki ettiğim “Metaverse” yarın, hiçbir alet ve edevata ihtiyaç duyulmadan, beyin ve düşünce boyutunu ileri derecede kullanmayı becerebilenlerin her şeyi, her zaman, her yerde ve herkesle yaşayabilecekleri bir döneme “Metaverse Sonrası” rüyaların gerçek(!) olabileceği, “RÜYADA YAŞAMAK, RUYA ÂLEMİ” merhalesine, rüyada olduğunun da farkında olunmadığı bir safhaya geçeceği kanaatindeyim! Bu düşüncem ve ön görüm, önsezilerimin ötesinde, bilimsel ve ilmi müktesebatım neticesinde zuhur etmiştir. Lut gibi tek kişi kalsak da, Musa gibi kırk kişi olsak da, erdem, ahlak, onur ve edep adına “hak” ve “hakikat”ten asla ödün vermemeliyiz ve bütün gayretimiz hayata katkı sağlamak ve fıtratın devamı için gayret etmek olmalıdır! Çünkü hakikat, insanı “kul” yaparak, “hür” yapar! Mutat olduğu üzere, bazı aforizmalarımız ve “Geçti Aylar” isimli Nihavend bestelenmiş ve icra edilmiş bir şarkı/rubaimizle bitirelim.

Gelecek, şimdi…

İnsanlık, hayata dâir farkındalıktır!

Her şey, bir “oyun”dan ibarettir.

Bilim için, bir “SON” yoktur.

Toplumu birliktelikler değil, farklılıklar oluşturur.

Yazı, para ve hürriyet, “Sistematik Felsefe”yi doğurmuştur. Ses hayvânî, söz insânîdir!

Zihin, belirsizliğe karşı savunmasızdır!

“Varlık”, “Ben” ve “An” mucizevidir, kutsaldır, metafizikseldir, ölçülemez ve tekrarlanamaz.

Olayların bilimsel tekraralanabilirliği Matematik, tekrarlanamaması Metafizik…

Kâinatı anlamanın ve anlatmanın, Matematikten başka yolu yoktur!

Zihin dünyamızın dışındaki hiç bir şeyi bilemeyiz! Matematiğin şehevî bir tarafı var!

Matematik, icat değil, keşiftir!

Kimseye benzeme! Kendin ol!

Öğrenmek değil, anlamak istiyorum!

Matematik, neyin doğru olduğundan ziyade, niçin doğru olduğunun peşindedir.

Zihin dünyamda, önce kendimi kaybetmek, sonra da bulmak peşindeyim.

Her “Bilim İnsanı”, “Filozof”tur da… ¯ Fizik, hakikat peşinde, Fizikçiler faydacılık… ¯ Matematik, ortak akıldır ve yolu Felsefeye çıkar!

Beyin ölümü, 21. Yüzyılın en büyük yanılgısıdır.

Hakikate “Kul” olmak, özgür olmaktır!

Gönüller işgal edildikten sonra, feza işgal edilse ne olur, edilmese ne olur…

İhtiyaç fazlası, israftır! Antik mikroplar, kapıda…

Bizim evde, önüne gelen tarikat kuruyor! Dedem Kâdirî, Babam Hâlidî idi. Annem Sâbirî… Şimdi de, İsmâilî, Cüneydî, Bircisî, Cânânî, Emînî, Fâtımî, Rayyânî, Vuslâtî, Efnânî, Serrâî... Tarikatlarından geçilmiyor.

Dünya, yan gelip yatma yeri değildir.

Ahlakın bittiği yerde hukuk, hukuk’un bittiği yere kanun, kanunun bittiği yerde ceza başlar.

Adımı fısıldarken, “BİRCİS” yıldızı duymuş seni, “HURŞİD”, gün ağarırken görmüş ağladığını…

“Sanal Gerçeklik” Metaverse’in babası, Hasan Sabbah’tır! Tanrı, bilimin konusu değildir!

Felsefe, farklı tasavvurlar manzumesidir!

“Humanize Hayvan”lar her yerde, “Animalize İnsan”lar yolda… ¯ Bioterorizmin en önemli aracı, “prion salgını”dır. 

Hafızanın depolandığı “Prion proteinleri”, öldükten sonra toprak vasıtası ile bitkilere ve oradan da insanlara geçebilir.

Bütün kişisel bilgiler, “Metaverse” ve “Matrix” için biriktiriliyor! ¯ Bilim, bir “din”, bir kültürdür!

Yeni Dünya Düzeni, “para ve yaratıcılık” üzerine kurgulanmıştır. ¯ Esas hedef, Tanrı’yı oynamak…

Mezarlıklar, nakledilebilir hafızadır! Hafızanın nakli, beyindeki prion hafıza proteinlerinin ayrıştırılarak nakledilmesi ile mümkün olacaktır.

Ne sen sensin, ne de ben ben!

Seni sevmek için nelerden vaz geçtiğimi, en çok Sen bilirsin!

Hayat emaresi, hayatiyetin delilidir! ¯ Aileniz, kim olduğunuzdur! ¯ Sükûnet dinamizmde gizlidir ¯ Aşk, zâlimdir.

Nikâh, sıhhattir!

Ne bizler, ne de ruhlar, hiç kimse yalnız değil… ¯ Ruhlar, hayat da memat da, birbirinden hep haberdar… ¯ Her gün, “Sen”siz ve “Ben”siz başlar!

Ölmeden önce, ölmek peşindeyiz! Psikiyatri, Tıbbın Edebiyatıdır.

Başkasının merhameti ile yaşamak, yaşamamaktır.

Grafen, Çanak Anten!

Ahlak, edeb, namus, onur, şahsiyet, haysiyet, merhamet, zevk, keyif, huzur, saadet, kültür, san’at, edebiyat, münevverlik ve insanlık, paranın satın alamadığı hasletlerdir.

Kâinatın bilinci, müşterek ve cihanşümul bir bilinçtir!

En büyük güç, “Kollektif İlâhî Ruhsal Enerji Gücü”dür!

Kur’an’ı anlamayan insan, fıtratından uzaklaşarak hayatın sonunu hazırlıyor!

Ne ıstırabın ne de refahın sonu yoktur.

Hepsi de geçer! Dünya, kötülüklerden arınma yeridir! Umutlar, ruhlarla beslenir! Kâinatın kumaşı titreşim, hayatın ise, “AŞK”tır!

Her şeyin “kaynak” ve “ata”sı, “tek” bir “Büyük Patlama”dır!

Bütün mevcudat, var oluş, geçmiş, şimdi ve gelecek, zamanla birlikte, tek bir noktada toplanmıştır.

“Uzak” yok, “Yakın” var!

Hiç bir şey “uzak” değil, her şey “yakın”dır gerçekte… ¯ İnsan olmak için dert gerek. Dert için de “aşk” gerek… ¯ Cerrahların teminatı, anestezistlerdir.

“Din”, pazarda yağma olmuş…

Düşünce, kelam, hitabet, karakter, hayat, akıbet, mevt, avdet, hicret, ahiret, her nöbet, hep nimet…

Yaşantımız ölümümüz, ölümümüz dirilişimizdir!

Eğitim, anne karnında başlar. Yayınlanmış bir çalışma, yayınlanmamış en iyi araştırmadan daha değerlidir!

Her vaka, bir makaledir.

Had aşıp itiraz etmeden önce, okur-yazar olanlar için, sadece yazdıklarımı okumak gerek!

Okur-yazar olmayanların da, konferans, ders ve TV programlarımı dinlemesi, izlemesi kâfi…

Seni çoktan affettim, Nankör! Öyle ihanetler gördüm ki, sen “hiç” kaldın!

Câhile cehlini söyle, bak nasıl akıl öğretir sana! Bilim, olan her şeyi izah edebilmenin adıdır..

Zenginlik, paranın esiri olmakla başlar. Her çözülen problem, bir başka probleme kapı aralıyor!

08.11.2021 10:42

“Sermaye Hastalıklar” başlığının, ilk planda, haklı olarak, ne kadar anlamsız ve yanlış ifade edilmiş bir isim olduğunu düşünebilirsiniz. Lakin bu ismi kullanmama sebep olan en etkin faktör, meslek hayatımda karşılaştığım akıl, insaf ve izan almaz, şeytanın bile aklına gelmeyecek hadiselerle karşılaşmış olmamdır.

Kırk yılı aşkındır tıbbın içerisindeyim ve 33 yıldan beri de, nöroşirurji alanında ter dökmekteyim. Tıp fakültesi öğretim üyeliği yanında, 20 yıla yakın bir süre de muayenehane hekimliği yaptım. Şahit olduğum zaman “sporadik vakalar” şeklinde telakki ettiğim bazı hadiselerin, özellikle Medimagazin gazetemizin yayın hayatına başlaması ve bu minval üzere cereyan eden olayların çok daha konsantre ve yoğun bir şekilde tarafımızdan öğrenilmesi, arkama dönüp bakma ve karşılaştığım sıra dışı hadiseleri analiz etme ihtiyacını doğurdu.

“Hastalık sermayeye nasıl dönüştürülür?” demeyin. Bakın, anlatayım size, bu işi bizim uyanık(!) insanlarımız(!) nasıl başarıyorlar. Engel olmaya teşebbüs eden meslektaşlarımı da, pataklamadan tutun da, ölüme varıncaya kadar birçok tehlike beklemektedir.

Altındaki Mercedes’e, BMW’ye veya bir başka pahalı otomobile bakmadan, karısının kolundaki bir servet değerindeki bileziklere aldırmadan, halı tüccarı, kuyumcu, müteahhit ve bilmem daha hangi legal ya da illegal işi yapan bazı para babaları, durumlarından hiç utanmadan, bir Yeşil Kart temininin yollarını arar ve sonunda mutlaka bu işi kazasız belasız başarır. Zira fakirlerin, bu meşhur ve mazlum Yeşil Kartı temin etmeleri, uygulamanın ilk yıllarında çok zordu. Şimdilerde, durum nasıldır, çok fazla detaylandırmak istemiyorum. Mesela, tüm mal varlığını, resmi nikâhı olmayan, ikinci, üçüncü veya dördüncü eşi üzerine yapar, haliyle, geride kalan 10-15 çocuk, resmi-gayri resmi hanımı-hanımları ve kendisi malsız-mülksüz(!) kaldıkları için, aile boyu Yeşil Kartı hak ederler(!). Yeşil Kart Kompradorunun(!) artık fiyakasından geçilmez. Resmi hanımının da, zaten nikâhsız olan karısının Yeşil Kartını kullanması, Allahın emri(!). Kim fark edebilir ki! Hele bir fark ettiğini fark ettir de, gör cehennemin kaç bucak olduğunu. Caminin avlusundaki cilalı mermer de, müşteri bekler.

Aynı Yeşil Kartı, bazen, maddi veya manevi menfaat karşılığı, eş, dost, tanıdık, yabancı, fakir ve zengin de rahatlıkla kullanabiliyor ve bir gelir kapısı haline dönüştürebiliyorlardı. “Kiralık Yeşil Kart” tabirini duymayan hekim çok azdı o zamanlarda. Maalesef, aynı düşünce ile hareket eden, karısının sevk kâğıdı ile bir başkasını tedavi veya ameliyat ettiren devlet memurlarının olduğuna da bizzat şahit oldum. İlgili mercilere yaptığımız ihbarlar, yine çok üzücüdür ki, sonuçsuz kalmıştı. Şimdi, bu konuda daha sıkı bir denetim var, ama yine de kaçaklar olabiliyor.

Günümüzün sıkı denetimi, elektronik kontrol sistemleri bu şark kurnazlarını(!) yine de yeterince kontrol altına alamamaktadır. Kılıf hazır, hastalığı sermayeye dönüştürmek için. Tedavi edilebilecek hastalığı, rahatlıkla ameliyatı başarılabilecek ve sağlığına kavuşabilecek yaşlı hastalarının, tedavi ve ameliyatlarına, hasta haklarını kullanarak(!), müsaade etmeyip, yok evde tedavidir, yok bakım parasıdır, yok yaşlılık parasıdır, yok bilmem ne parasıdır, adı altında, rahatsızlıkları olsun veya olmasın, gerekli raporu meslektaşlarımızdan temin ederek hastalıklarını sermayeye dönüştürmektedirler. Son zamanlarda, bu oyuna alet olmak istemeyen bazı hekimlerin başlarına neler geldiğini basından öğrenmektesiniz.

İşte, “Sermaye Hastalıklar” kavramını, kurnaz, yaratıcı, tefeci ve şeytani beyinlerin(!) dünya tıp literatürüne(!) bir hediyesi olarak, kullanmak durumunda kaldım.

Bir rubai ile konudan uzaklaşalım.

AY IŞIĞIM

Gâh Hilal’de vav oldum, gâh dolunayda bir mim,

Elif, Elif süzüldüm, ummanlara serildim,

Sevda dalgalarınla bölündüm zerrelere,

Kavuşsun diye bana, ay ışığım nefesim.

25.07.2020 16:00

Beyinlerdeki nöronların fısıldaşmalarını, sinapslarına burnumuzu(!) sokarak öğrenmemizin mümkün olduğu bir dünyada yaşıyoruz!

RF/Wi-Fi özellikli programlanabilir ve kontrol edilebilir aşıların, ilaçların, nanopartikül ve nanitlerin çoktan hayatımıza girdiği günümüzde, nerede ise bazı bilim alanlarında, bilginin 72 saatte iki katına çıktığı hakikatini dikkate alır, ve küreselleşmekte ziyade evrenselleşen yaşamda hayatta kalabilmek için, dinlenmeden, teri kurutmadan gayretle çalışıp üretmezsek, muasır medeniyet seviyesini asla yakalayamaz, ve kölelik düzenindeki mahkûmiyetten ve mahrumiyetten kurtulamayız. Bu uyarıyı, sadece bir millet, bir devlet ya da bir ümmet için değil, bu tehlikeye maruz kalması kaçınılmaz olan bütün insanlık ve hatta hayatı oluşturan bütün mahlûkat için yapıyorum.

Nitekim; “Yeni Dünya Düzeni”nde; Âlemdeki mevcûdâtın canlı bir algoritma olduğu hakikatinden hareketle, kolaylıkla biriktirilip depolanabilen, kopyalanabilen, analiz ve transfer edilebilen bilgilerin mülkiyetine sahip olan “Biyometrik Data Bankerleri”, “Beyin ve Beden Mühendisliği”ni kullanarak, etik ve ahlâkî hiç bir sınır tanımadan her şeye müdâhale edip, “Dijital Diktatörlük” ve “Faşizm”e de fırsat verebilecek, “Hayât”ı ve “Kâinât”ı şekillendirecek ve yöneteceklerdir!

62 Yıl önce, merhum Cahid Arf Hoca ikaz etmişti! “Bilgi işleyen her şey, yeni bilgi, yeni zihin ve yeni fikir üretir. İcad edilen ve geliştirilen her makine, her alet de, bu hakikatten hareketle, hayatı kolaylaştırmak için de olsa, düşünür ve yeni bilgi üretir” (Ord. Prof. Dr. Cahit Arf; Makine Düşünebilir mi ve Nasıl Düşünebilir?, Atatürk Üniversitesi Konferanslar Serisi, No;1, Erzurum, 1959). Kimin umurunda olmuş ki...

Bugüne baktığımızda şu bilimsel hakikatle karşılaşıyoruz. Nöronlar, beyinde sinaps bağlantısı kurarak birbirine kimyasal sinyaller göndererek fısıldaşırlar, haberleşirler, istişare ederler ve karar alırlar. Bu esnada da çevresinde küçük bir elektriki alan oluştururlar.

Bir elektrot vasıtası ile veya herhangi bir arayüz ve aracı olmadan, bu alandaki sinyalleri yakalayarak, beyin hücrelerinin ürettiği bilgiyi kaydetmek, aktarmak ve kullanmak mümkün olacaktır!

Dünya Beyin Ağı (wbw) çok yakında... (Aydin IH: “An Adventure: From World Wide Web (WWW) To World Brain Web (WBW)”. EC Neurolog ECO.02 (2019): 06 08. https://www.ecronicon.com/eco19/pdf/ECNE-02-ECO-15.pdf). İşte böyle bir dünyada yaşıyoruz!

Kendisini insanlığın amansız ve müebbet efendisi yerine koyan zihniyeti ve bu ideal çerçevesinde bilimsel araştırmalar ve teknolojik atılımlar yapanları icraatta takip etmek bir yana, Bilim ve Teknoloji alanındaki makalelerini bile tam olarak okuyup anlamaktan aciz bir toplumun silkinip ayağa kalkma ve modern bilimde boy ölçüşecek duruma gelmesi, varlığını idame ettirebilmesi ve yeni dünya düzeninde var olabilmesi için, hiç vakit kaybetmeden, bir an evvel Biyo-Beyin Mühendisliği Fakülteleri ihdas edilmeli ve kadroları ciddiyetle oluşturulmalıdır.

Hatta, biraz daha uzak görüşlü ve 22. yüzyılın eşiğinde istikbale hakim ve egemen olabilmek için, nano-nöroteknolojik ilerlemelerde saf tutabilmek ve tedbirler açısından, Biyo ve Beyin Mühendisliği Fakülteleri ile birlikte, Nano-Nöro-Mühendislik Fakülteleri de bir an evvel açılmalıdır! Zira, herkese mikroçip takma mecburiyeti, çoktan yola çıkmış bile...

Sahip ve efendi ise; mikroçipleri herkese uygulamayı mecbur kılanlar... Şimdi, Dijital Kimlik (ID), kapıda! Modern Kölelik, yolda! Nanorobot askerler orduda! Efendi ise, pusuda!

Ayrıca hayat adına, gelecek kuşakların evrensel hayal ve ideallerimizin oluşturduğu ütopyayı gerçekleştirebilmeleri için, bu Fakültelerin gerek öğretim üyeleri ve gerekse öğrencileri çok titizlikle seçilmeli, idealist olmaları hususunda azami dikkat gösterilmesi, yapılandırılması ise, konvansiyonel metodlar bir tarafa bırakılarak, istikbalin ve dijital-uzay çağının laboratuarları ve araştırma merkezleri ile donatılmalıdır. Nitekim çocuklarımız, tecrübelerimize, ideal, hayal ve rüyalarımıza, kişisel RNA’larımız vasıtası ile sahip olabilirler!

Kişisel davranış ve tecrübelerimiz, genlerimize kaydoluyor ve evlatlarımıza aktarılıyor! Nöronlarımızdaki kişisel “endo-siRNA’lar”, tecrübe, davranış ve öğrenmeden ve bunların kuşaklara genetik aktarımından sorumlu olabilirler! Zira, nöronlarımız her gün çevreden elde ettikleri bilgileri depoluyorlar, analiz ediyorlar ve kişisel tecrübe hanemize yazıyorlar!(https://www.sciencedirect.com/science/article/pii/S0092867419304489). Ütopya sahibi olmayan nesillerin başarılı olmaları, bu ilmi hakikat sebebiyle katiyyetle mümkün değildir. Baksanıza, “virüs mühendisliği” kasıp kavuruyor dünyayı! Tedbir almak, hazırlıklı olmak gerekmez mi...

Gelişen embriyo teknolojisi, genetik mühendisliği, Nöroteknoloji ve Nörokuantoloji, insanlığı bir başka boyuta taşıyabilir duruma geldi. Bu sayede, ısmarlama bebeklerin ayak seslerini duyar olduk! Hele, “Düzenli Aralıklarla Bölünmüş Palindromik Tekrar Kümeler” şeklinde tercüme edebileceğimiz, “clustered regularly interspaced palindromic repeats” (CRİSPR) ve bakterilerin virüslere karşı proteinden oluşmuş gizli silahı ve bir “DNA Cerrahı” olarak çalışan “Cas9” sayesinde, genetik düzenlemeler ile, anne ve babaların üstün zekalı, uzun boylu, yeşil gözlü, sarışın, güçlü, kuvvetli, kabiliyetli, hastalıklara dirençli, sanatkar ruhlu mükemmel bebekler sipariş edebildikleri, suyun altında saatlerce kalan insanların tasarlandığı ve/veya insanların çok daha uzun ömürlü, uzun uzay yolculuğuna dayanıklı ve dirençli, hatta ölümsüz ve sağlıklı, hastalıklardan arındırılmış “üstün insan ırkının” yaşadığı bir dünya gerçekten de var olabilir! Doku mühendisliği ile, kendi kök hücrelerimizden türeterek, hastalıklı veya eskimiş organlarımızı değiştirmek, yeni sipariş vermek/almak, organ ve beden mağazaları kurmak mümkündür!

“Hayatın amirinin ve hakiminin bilgi olduğu “Yeni Dünya Düzeni”nde en büyük güç ve sermaye, dijital ortamın nimetlerini ücretsiz kullananların kişisel bilgileri olduğu” hakikatinden haraketle, bu hususta emin adımlar atabilmek, tedbirler alıp, istikbali yönetmek için gerekli biyo-beyin-nano-nöro teknolojik sahalarda başarılı ve evrensel boyutta söz sahibi olmanın yolu, bu Biyo-Beyin Mühendisliği ve Nano-Nöro-Mühendislik Fakültelerinin acilen ihdas edilerek eğitim ve öğretime başlamasından geçer. Bunu yaparken de, merhamet, adalet, ahlak, erdem, onur, haysiyet ve şeref yoksunu, dünyanın jandarmalığa soyunan zalimlerin aksine, işletim sisteminin bağlantısallık matematiği, her şeyin evrensel bütünlüğünden bir parça, en büyük gücünün bilgi ve fevkalade bir ahenk, armoni, estetik ve balans düzenindeki tek bir beyin olan “Holistik Kainat”ın, kendisinin de ötesinde çok muhteşem ve muazzam, namütenahi bir akıl, bir güç, bir bilgi ve bir “BEYİN” tarafından yönetilmekte olduğunu asla akıldan çıkarmamak, ve bu minval üzere plan ve program yapmak gerekliliği de unutulmamalıdır.

Konu çok mühim ve uzun...

Şimdilik konu ile alakalı bir kaç aforizma ve bestelenmiş bir rubaimizle bitirelim.

*Vücudumuzda 80-100 trilyon hücre var!

Her bir hücrede, 3 milyarı anneden 3 milyarı babadan olmak üzere, 6 milyar bazdan oluşan DNA var. Baz DNA’nın yapı taşıdır. Her hücredeki DNA yı bir ipe dizersek iki metre olur. Bu ip altı mikron kalınlığındadır. Keşke anlayabilsek...

*Bir eliyle “Hiç”liği, bir eliyle “Sonsuz”luğu zapt edip, aşkın ateşini ve nefretin soğuğunu hissedemeyen, zamanın hakimi “Amansız İnsan” olamaz!

* İNSAN; Tahammülü, Tahassüsü, Tahayyülü, Tahayyürü, Tasavvuru, Teakkulü, Teallümü, Teammülü, Tearrufu, Tebahhuru, Teceddüdü, Tecemmülü, Tecennübü, Tecessüsü, Tedebbürü, Tederrüsü, Tedeyyünü, Teemmülü, Tefaddülü, Tefakkuhu, Tefekkürü, Tefennünü, Tefeyyüzü, Tehayyürü, Tekemmülü, Temeddünü, Temeyyüzü, Tesellüm, Teşekkürü ve Tezekkürü kadar İNSANDIR!

* Ürettiler! Uyuttular! Yutturdular! Yeni deney kapıda! Yeni düzen yakında!

*Hiç bir medeniyet, sadece tek bir toplumun ve uygarlığın mirasçısı değildir!

*Medeniyet, insan eseri tabiattır!

*22.Yüzyılın Proje Merkezleri;

(Tek Dinli ve Tek Dilli Dünya Devleti)

*Holistik proje,

*Dünya Beyin Ağı(wbw) projesi,

*Beyin ve Beden Mühendisliği Projesi

*Biyometrik Data Bankerliği Projesi

*Programlanabilir ilaç, aşı, hayat projesi,

*Kapalı Toplum projesi,

*Duvarsız, on-line eğitim ve öğretim projesi,

*Beyin projesi,

*Hafızayı flaş diske yükleme projesi,

*Robot projesi,

*Gözlük projesi

*Akıllı Yazılım projesi,

*Robot Kadınlar projesi,

*Yapay Zeka projesi,

*Düşünen Robot İnsanlar projesi,

*İnsanların ruhunu kontrol projesi,

*Toprakla irtibatı kesme projesi,

*Organ marketleri projesi,

*Üremeyi durdurma projesi,

*Homoseksüelliği teşvik projesi,

*Eşcinsellere gen bankalarından çocuk edindirme projesi,

*İnsan fıtratını değiştirme projesi, (Sanayi Devriminim Sosyal yönü)

Güfte; İsmail Hakkı AYDIN

Beste; Bora UYMAZ

Makam; Rast

BU GECE

(Mef’ûlü, Mefâîlü, Mefâîlü, Feûl)

Ey Sevgili! Hicrânımı dindir bu gece,

Bağrındaki vuslatla, sevindir bu gece,

Doğsun yine sînemde, sabâhın güneşi,

Mızrâbını rûhumda gezindir bu gece.

22.06.2020 11:22

Dijital serum... Şimdi internet bağlantısının dijital serum(!), insanların, saatlerin, giysilerin, her türlü ev aletinin ve telefonların baz istasyonu görevini yapacağı yeni bir çağın, dijital kimlikli, tek dinli, tek dilli ve tek devletli bir dünyanın eşliğindeyiz!

Beyinlerarası internet (wbw), hatta global beyin ağı(gbw), kapıları zorluyor(Aydin IH: “An Adventure: From World Wide Web (WWW) To World Brain Web (WBW)”. EC Neurolog ECO.02 (2019): 06-08. ... RF/Wi-Fi özellikli programlanabilir ve kontrol edilebilir, aşılar, ilaçlar, nanitler, nanopartiküller, nanobotlar, çipler... Resetlenebilen, infilak ettirilebilen, hacklenebilen, kopyalanabilen, muhtevası, müktesebatı, bilimsel hazinesi transfer edilebilen beyinler... Ve istenilen bilgi ve becerinin bir bilgisayar gibi beyinlere anlık ve saniyeler içinde milyar terabaytlık bilgiler yüklenebilmesi... Düşünce gücü ile beyin ve organların, adalelerin, sinirlerin ve hatta objelerin kontrolü... Daha neler neler... Hiç birisi, artık hayal değil! “Yeni Dünya” düzeninde, “temelde birlik” kaidesinin “holistik evrende” esas prensip olduğunu bir kez daha ispat eden “Corona Salgını”, insanlığın aklını başına getirebilmiş mi acaba? Emin değilim! Sanmıyorum. Ya “CRISPR-Cas9”...

Hep yazıp duruyoruz, makalelerimizde, kitaplarımızda (Dünya Beyin Ağı, Beyin Sizsiniz 2, Girdap Kitap, 2020, İstanbul)... Söyleyip insanların aklını karıştırıyoruz derslerimizde, konferanslarımızda, televizyon programlarımızda, “CRISPR-Cas9” diye... Bilimsel olarak anlatıp durduk. Korkuttuk da toplumu haklı olarak.... Şimdi ise, herkesin anlayabileceği bir şekilde bakalım bu “CRISPR-Cas9” nedir, ne değildir!

Bu sistemi basit bir şekilde anlatacak olursak, insan genleri üzerinde cerrahi-mühendislik yöntemlerini kullanarak, şahsın geleceğini iyi niyetle(!) düzenlemek, şekillendirmek, hastalıklardan arındırmaktır.

Clustered Regularly Interspaced Short Palindromic Repeats (CRISPR-Cas9) (Düzenli aralıklarla bölünmüş, palindromik tekrar kümeleri) diye tercüme edebileceğimiz bu sistem, tabiatta plazmidler ve bakteriyel virüsler gibi yabancı genetik elementlere karşı direnç sağlayan bir prokaryotik bağışıklık sistemi olarak mevcuttur. Organizma, kendisini tehdit eden bakteriyel virüs veya plazmid ile olan savaşı kazanırsa onlara ait olan DNA bölgelerini kendi DNA’sına ekleyerek hafızasına kaydeder. Cas9 ise bu kesme-ekleme işleminde aktif rol oynayan bir proteindir. Bu bütünsellik sistemi ile genleri düzenlemek mümkün olmaktadır. CRISPR-Cas9 sistemi bu şekilde, bilim insanlarına herhangi bir organizmanın genomundaki belirli bir gen bölgesini kesme, yapıştırma, ekleme ve etkisiz hale getirme, ya da çok hassas bir şekilde tamamen değiştirme imkanı sunan eşsiz bir gen düzenleme aracıdır. Bu sebeple de, bu sistemi “DNA-Gen Cerrahisi” olarak isimlendirmek, doğru olduğu kanaatindeyim.

Şurası da unutulmamalıdır ki, bu yöntem, yaşayan tüm canlıların, tüm bedenlerin nasıl olması ve nasıl işlemesi gerektiğini belirleyen DNA molekülünün yeniden düzenlenmesine olanak sağlıyorsa da, düzenlemenin yapıldığı bölgeye bağlı olarak, oluşturulan değişim kalıcı olabilir ve yeni nesiller boyu bu değişiklik kuşaklara aktarılabilir. Bu derecede önemli bir yöntem, modern bilgisayar gibi, sınırsız imkanlara da sahip olacaktır. Aynı zamanda en ufak bir hata, felakete sebeb olabilir, sistemi bozabilir ve bu hasar da sonraki nesillere ebediyyen aktarılabilir. Bunun çok tehlikeli bir husus olduğunu da akıldan çıkarmamak gerekir!

Bu yöntemle, üstün bir insan ırkı yaratma amacıyla insan geni düzenleme girişimlerinin kapısının aralandığını da hatırlatmak istiyorum.

Bu sistemle yapılan, Retinitis Pigmentosa, AIDS, Kanser, Parkinson, Sıtma, Down Sendromu, Huntington Hastalığı gibi bazı problemlerin çözümlenmesi hususundaki umut verici çalışmaların yanında, çok tehlikeli boyutlarını da gözardı etmemek gerekir. Ekolojik dengenin alt-üst olması da, hayat ve kainat için, apayrı bir felaket...

CRISPR Cas9, bir hücrenin genomunu düzenlemek için en yeni, en verimli ve en bilimsel yöntemdir. Bu sistemle, hastalıkları önlemek ve tedavi etmek, yeni çağın akıllı ilaçlarını geliştirmek, yüksek verimli süper bitkiler, sebzeler, meyveler ve ürünler elde etmek, hayat adına çok büyük katkı ve fayda sağlayacak olsa da, tehlikeli boyutlarını akıldan çıkarmamak gerekir.

“CRISPR-Cas9 asıl kesmesi gereken hedef bölge yerine, başka bölgeleri hedefleyebilir. Bu istenmeyen bölgelerin hedeflenmesi hücre ölümüne ya da transformasyona neden olacak mutasyonlar yaratabilir. Hedef dışı mutasyonları azaltmak için çok fazla çaba sarf ediliyor olsa da, özellikle tedavi müdahalelerindeki mutasyon riskini azaltmak için daha fazla iyileşmeye ve gelişmeye ihtiyaç vardır. Başka önemli bir problem ise, CRISPR-Cas9’ın zor hücre ve/veya dokulara güvenli bir şekilde enfekte edilmesidir.”

Nitekim, aynı sistemle iyi niyetin yanında, artniyetli, iradi veya gayri iradi olarak, insan zekası üzerindeki değişikliklere sebeb olacak çalışmalar, insanlığı ve hayatı kendi idealleri çerçevesinde düzenlemek, “ebedi gençlik ve ölümsüzlük” çizgisinde insan hayatını kontrol etmek, ve özel tasarım bebekleri ile dünyayı hatta kainatı yeni baştan programlamak gibi ihtimaller hep önümüzde durmaktadır! Yine, genetik düzenlemenin en problemli konusunada, insanlığın “Allah’ın İşi” olarak gördüğü noktayı, insan genomunu düzenlemeyi, insan genetiği ile oynama hususunda, yaşayacak olan embriyoların seçiminden başlayarak bebeğin etkili tasarımına kadar kimin karar vereceği sorusu, çok büyük ahlaki ve biyoetik problemler taşır.

Maalesef, hoşumuza gitsin veya gitmesin, embriyo seçimi şu anda da yapılmaktadır. Londra’daki Francis Crick Enstitüsü’nden bilim insanları, insan hayatının en erken dönemleri hakkında daha fazla bilgi edinmek ve düşüklerin sayısını azaltmak için embriyo genomu üzerinde daha fazla oynama yapmayı planlıyor olması da cabası...

Şimdi şöyle bir senaryoyu göz önüne getirelim! “Eşiniz ve siz, çocuk sahibi olmaya karar verdiniz. Doğal prosedürü tamamladıktan sonra bir genetik tasarım uzmanından randevu aldınız. Ardından sedyeye yatarak, sahip olmak istediğiniz bebeğin özelliklerini anlatmaya başladınız. Sarı, gür saçlı, yakışıklı, zeki, gözleri sağlıklı ve bağışıklığı iyi, kaslı, uzun ve güzel gülüşlü bir erkek çocuk istiyorsunuz. Genetik tasarım uzmanınız bunları sizin için halledeceğini söylüyor.

Şimdi daha karanlık bir senaryo düşünün: Bu teknolojinin ilerlemesi ile, tamamen kontrol altında olan bir toplumda bir lider, bireylerin biyolojik rol dağılıma kendi karar verirse? Mavi yakalı ve beyaz yakalı emekçilerin veya insan öldürmeye programlanmış bireyler ile genetik olarak modifiye edilmiş duygusuz, korkusuz askerlerin yaratıldığını düşünün. Bir lider, toplumda bireylerin üstleneceği rollere karar vermeye kalkıp genetik düzenlemeyi bu amaçla kullanabilir mi?

Bundan ne kadar uzaktayız? Çinli araştırmacılar 2015 yılının Nisan ayında embriyo genomunu CRISPR kullanarak değiştirebileceklerini duyurduklarına aynı zamanda bunun nasıl kullanılacağı, veya izin verilip verilmeyeceği hakkında büyük tartışmalar da başlatmış oldular”.

Şimdi hayal dünyanızla bir an için hesaplaşmanızı istiyorum. “Hastalıkları yok ettik, mükemmel sağlıklı insanlar tasarladık, peki sonra ne olacak? Yaşlanmaya neden olan gen bulunup etkisiz hale getirilebilir mi? 200 yıldan uzun yaşayıp, ölürken 22 yaşımızda mı görüneceğiz?” tahayyül edelim hep beraber!

Ya da “bir şeyler ters giderse ve sivrisineklerden sıtmaya neden olan geni kesmek isterken onları yanlışlıkla öldürürsek? Bu durumda yarasalar ne ile beslenecek? Daha kötü sonuçlar da doğurabiliriz; insan türünü ölüme mahkum etmek gibi... Kendi küçük evrenimizde gömülü olan bu sorunları günlük hayatta düşünebilir miyiz? Bu dünyadan geçmiş en büyük filozoflarımız bu konunun iç yüzü hakkında fikir verebilirdi belki de. Çünkü tek ihtiyaç duyduğumuz şey bilim değil, hızlı gelişmeleri toplum adına en sağlıklı şekilde değerlendirebilmek için felsefe, din ve etik ilkelerini de incelememiz gerekmektedir”(Austin M.den çeviri, Dag B.). Ekolojik dengenin nasıl alt-üst olacağının hayali bile, korkutucu, ürkütücü...

Yine, B. Dağ’ın M. Austin’den naklettiğine göre, “İnsan Germ Hücrelerinde CRISPR-Cas9 Uygulamalarında, İnsan germ hücrelerinde (germ hücresi, eşeyli üreyen bir organizmanın gamet oluşturmasına olanak veren herhangi bir biyolojik hücreye verilen isimdir) yapılacak terapötik düzenlemeler, insanların “tohum hücreleri” olan gametler ile sonraki nesillere aktarılabileceğinden, yaratacağı etik endişeler zamanla artış gösteriyor, çünkü bugüne kadar insan hücrelerinde uygulanan genetik düzenlemeler sadece somatik hücrelerde, yani vücut hücrelerinde uygulanmaktaydı ve üreme hücrelerine direkt olarak etkisi yoktu. Bu nedenle, insan embriyolarında terapötik nedenlerle genomik düzemeler yapmak bugüne kadar bekletiliyordu. Önceden tahmin edilmesi zor olan genetik mutasyonların riskleri, terapinin muhtemel faydalarından daha büyük ve bu durum bir etik ilkesini çiğniyor. Germ hücreleri üzerinde yapılacak bir tedavi, son derece kusursuz olmalıdır. CRISPR-Cas9 bu özelliği taşımıyor. Dahası, ortaya çıkacak hasar sonucunda etkilenecek olan sonraki nesilden kimlerin sorumlu olacağı da ayrı bir sorundur. CRISPR’ın gelecekte tedavi amaçlı düzenlemeler dışında da kullanılabilir olması, bir diğer büyük etik sorundur. Ancak CRISPR’ın germ hücreleri aracılığıya somatik hücrelere müdahaleyi oldukça kolaylaştıracağını ve sipariş bebekler üretebileceğini söylemiştik. Birçok fenotipik özellik, çevresel şartlardan ayrı olarak, müdahale edilebilecek bir genetik bileşene sahiptir. Örneğin bu teknik, sporcuların performansını artırmak veya şiddet eğilimini önlemek, bağımlılığı bastırmak için kullanılabilir. Bu açıdan bakınca gen terapisi genelde olumlu sonuçlar veriyor gibi görünse de adil olmayan bir sistem yaratacaktır.”

Yeri gelmişken, Dünyayı kasıp kavuran, insanları korku, panik, ölüm tehditi ve tehlikesi ile evlerine kapatan, halen yeni bir yaşam tarzının doğmasına sebep olan “Covid 19 hastalığı” hakkında, bunca bilimsel kitaplar, makaleler ve yayınlar neşredilmesine rağmen, ölen hastalara genellikle otopsi yapılmaması ve/veya otopsi bulgularının tıbbi neşriyatlarda yeterince(!) belirtilmemesi, tıp dünyasının bilgilendirilmemesi, meraklı ve şüpheci bir bilim adamı olarak, aklıma şeytani düşünceleri getirmiyor değil!

İnsanlık, Corona Salgınından da ders çıkarmalı, bilimin, kendisine ihanet edenden acı intikam alacağını unutmadan, bir an önce aklını başına toplamalıdır!

“4 Milyar Yıllık Organik Yaşam”dan akıllı tasarımın şekillendireceği “İnorganik Yaşam”a sürüklendiğimiz ve kâinatta var olan her şeyin şifrelerinin çözülebildiği, biyokimyasal reaksiyonların elektronik sinyallere çevrilebildiği, alet, araç, aşı, ilaç ve reklamların bile kişiselleştirildiği günümüzde, bizi bizden çok daha iyi tanıyan “Biyometrik Dijital Veri Bankerleri”, yakın bir zamanda, elektro-mekanik, yapay zeka, biyoloji ve beyin bilimleri yardımı ile, sadece bilgi işleyen ürünlere değil, organizmalara ve inançlara da müdahale edip “hack”leyerek, durumun fecaatı ve vehametini henüz farkında olmayan ve mahremiyetinden bile feragat eden insanı, nano-nöro-kuanto-biyolojik veriler ışığında detaylı algoritmik analizle, tutku ve arzuları doğrultusunda, yeni baştan dizayn edebilecek ve “Bugünün İnsanı”ndan bir iz taşımayan, başka bir “İnsan Türü”nü, “Toplum Beyni”ni ve “Yeni Yaşam Tarzı”nı oluşturabilecek ve toplumları köleleştirebilen “Dijital Diktatörlük” felâketini yaratıp, hayatı zindan edebilecektir!



Yine bir kaç aforizma ve bestelenmiş rubaimiz.

*Bilim, hem Cennetin, hem de Cehennemin kapısını açabilen tek anahtardır!

*Kaybolduğum bir noktanın sonsuzluğunda, kendimi arıyorum!

*Bilginin kütlesi yoktur. Lakin, kudreti, kuvveti ve sillesi çoktur!

*İnsanlık, yıkayarak ellerini mikroptan arındırmayı öğrendi! Keşke, ellerinin asırlardır biriken kirinden, arınmayı da öğrense...

*Hafif ve basit cümlelerim, bazen anlayamayacağım kadar ağır ve zordur!

*İnsanın, bulduğundan ve bulunduğundan “DAHA İYİ BİR DÜNYA BIRAKMAK”, esas vazifesidir.

Güfte; İsmail Hakkı AYDIN

Beste; M. Fatih SALGAR

Makam; Nihavend

HİCRAN DEĞİŞİR

(Mef'ûlu, Mefâîlü, Mefâîlü, Feûl)

Bir sevdâ sarar kalbini, dünyan değişir,

Ömrün gibi, gönlündeki rûyan değişir.

Her şey silinir, göz yaşı umman olur,

Bir cemre düşer çöllere, hicran değişir.

03.06.2020 09:51

Çocukluğumdan beri aldığım eğitim gereği hep hayalini kurduğum, tasarladığım ve projelendirdiğim, özellikle sohbet, konferans, radyo ve televizyon programlarında sık sık bahsettiğim, makale ve kitaplarımda yer verdiğim, bütün Müslüman ülkelerin katkıları ile modern bilim vizyonlu bir “Uluslararası İslam Bilim ve Teknoloji Üniversitesi” kurulması fikrimi, fırsatını bulduğum her ortamda gündeme getiriyordum.

Bu bağlamda, 12 Ağustos 2017 günü, İstanbul Altunizade’de İslam Araştırmaları Merkezi’nde Sayın Murat Altıparmak’ın refakatiyle, 29 Mayıs Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanı ve Diyanet İşleri eski Başkanı Sayın Dr. Tayyar Altıkulaç beyefendi ile bir toplantı gerçekleştirmiştik.

Toplantının ana konusu, yeni kurulan Uluslararası İslam Bilim ve Teknoloji Üniversitesinin stratejik yapısının ve müfredatının belirlenmesi idi.

Özellikle ana hedefinin, dini bilimlerin yanında daha fazla Kur’an bağlamlı, fizik, kimya, biyoloji, matematik, astronomi, genetik, tıp ve moleküler biyoloji gibi branşlarda lisans eğitiminden ziyade, master ve doktora eğitimi verebilecek enstitüler ve fakülteler kurmak, projeler oluşturmak, araştırma ve geliştirme faaliyetlerinde bulunmak, insanlığın ve dolayısıyla İslam âleminin de refahı için bilim ve teknolojik icatlar yapmak olmasının gerekliliği üzerinde durarak, temel kaynaklardan referans göstermek suretiyle, bunun ne kadar ehemmiyetli ve hayati olduğunu dile getirmiş ve projelerimi anlatmıştım.

Tüm dünya için büyük bir adım sayılacağı inancında olduğumuz bu ya da kurulacak benzeri yeni bir üniversiteye, inançlarına bakılmadan uluslararası seviyede, sahasında en çok temayüz etmiş bilim insanlarını toplayarak tüm imkânların seferber edildiği bir bilim ve araştırma kuruluşunun ülkemiz için de bilim ve teknoloji ihracatı yapabileceği kanaati hâsıl olmuştu.

Bu hususta gerekli stratejik ve resmî adımların atılabilmesi için yol haritası belirlemiştik.

Tüm İslam ülkelerinin destek vermesi gerekli olan bu projenin hayata geçirilebilmesi için, resmî müracaatlar ve takip hususunda Sayın Altıkulaç’ın mihmandarlığı ve aynı zamanda kendisinin de öğrencisi olan emekli bürokrat Sayın Murat Altıparmak’ın sekreterya hizmeti vermesi üzerinde fikir birliğine varmıştık.

Yine bir vesile ile 2018 yılında davet edildiğim Din İşleri Yüksek Kurulundaki bir çalıştayda, bu ve benzeri hususlardaki bilimsel fikir ve projelerimi paylaşma fırsatı bulmuş ve üyelerin takdirine mazhar olmuştum.

Son olarak, 22 Şubat 2019 tarihinde, İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesindeki bir resmî açılışta, günümüz Diyanet İşleri Başkanı Sayın Prof. Dr. Ali Erbaş Beyefendiye yeniden gözden geçirilmesi gereken birçok bilimsel muhtevalı fetvalar, modern bilim realitelerini dikkate alarak yeni bir Kur’an-Kerim Tefsiri yazılması, Diyanet İşleri Başkanlığı ile TÜBİTAK arasında projelendirilecek ve modern bilime ışık tutacak ilmî araştırmaların desteklenmesi hakkında ve özellikle yıllardır hayalini kurduğum ve tasarladığım bu bahsi geçen “Uluslararası İslam Bilim ve Teknoloji Üniversitesi” hususlarındaki görüş ve projelerimi ifade etmek ve kısmen de olsa kendisi ile tartışma fırsatı buldum. Sayın Başkan da çok olumlu bir yaklaşım sergileyerek, bazı konularda bazı müspet adımların atılacağını ifade etti. Daha sonra, yemekle devam eden esprili sohbetimiz beni çok mütehassıs ederek, haberleşmek ve irtibatı sürdürmek üzere fikir birliğine vardık.

Bu hususu da burada, hem şahadetinizle mesuliyetimi hafifletmek hem de tarihe not düşmek adına sizinle paylaşmak istedim.

Bu arada, hekimliğe ve meslektaşlarımıza ihanet ve düşmanlık besleyenler için, “Başlarına Doktor Kadar Taş Düşsün!” diye beddua etmiyorum. Lakin “Allah müstahaklarını versin!” diyerek Yaradan’a havale ediyor ve bu hissiyatla tüm hekimlerin 14 Mart Tıp Bayramları’nı tebrikle, insanca ve edepli hastalarla muhatap olmalarını ve şifa dağıtmalarını temenni ediyorum.

Biliyorum, hepinizin gözü rubai arıyor. İşte rubaimiz (İsmail Hakkı Aydın, Rubâiyyât-ı Bircis, Girdap Kitap, İstanbul, 2018).

İNSAN — — • / • — — • / • — — • / • —  (Mef’ûlü, Mefâîlü, Mefâîlü, Feûl) İnsan... Bu yolun yolcusu, ömrünce gider, Yıllar yılı mahkûm, ya da gönlünce gider, Her şey kayıt altında, deliller yazılı, Hak menzile memnun, ya da üzgünce  gider.  

İsmail Hakkı Aydın

27.05.2020 12:44

Daha önce yazdığım makalelerde, kitaplarda, verdiğim konferanslarda ve televizyon programlarımda, sık sık moda tabirle genetiği değiştirilmiş gıdalardan, hayvanlardan ve hatta insanlardan bahsetmişimdir. Ayrıca maalesef bazı cahil ilahiyatçı ve şöhret düşkünü zavallı hocalar(!) tarafından, önce fıkhın ve hadislerin, daha sonra daKur’ân-ı Kerim’in ve dolayısıyla da İslam Dini’nin genetiği ile oynanarak değiştirilmeye çalışıldığını (Genetiği Değiştirilmiş Din!) zaman zaman dile getirmiştim. Bu durum, maalesef nerede ise “ne kadar farklı inanan müslüman(!) varsa, o kadar farklı mezhep(!), farklı fetva(!)” fraksiyoner(!) tefrika garabetine ve zilletine varmak üzeredir.

Bu arada, Atatürkçülüğün de genetiği ile oynanarak, temel prensiplerinden ve ideallerinden uzak, çok farklı ve çok tehlikeli bir mecraya çekilmeye çalışıldığını da ifade etmek istiyorum. Hem içeriden hem dışarıdan hain sosyal mühendislik planları ile milletimizin de milliyetçiliğimizin de istiklalimizin de istikbalimizin de istikametimizin de devletimizin de dinimizin de inancımızın da genetiği ile oynanarak, emellerini gerçekleştirmek peşinde olan sinsi ideolojilere karşı uyanık olmamız gerekmektedir.

Yakın bir zaman önce, ortak dostumuz Sevgili Mehmet Barlas’ın ifadesi ileUdi Prof. Dr. Ahmed Rasim Küçükusta Kardeşimin bir makalesinde mizahi ifade ile dile getirdiği “Genetiği Değiştirilmiş Doktorlar!” hususunu okuyunca, üzerinde durulması ve ehemmiyet arz ettiği inancı ile düşüncelerimi paylaşmak istedim.

Kanaatimce, yeterli derecede gerekli altyapı çalışmaları ve ihtiyaç planlaması yapılmadan çeşitli mülahazalarla açılan çok sayıda üniversite ve tıp fakültesi: bir tuşe ve enjeksiyon yapmadan, doğum görmeden, dikiş atmadan, sonda takmadan, fizik muayeneyi uygulamalı olarak tam öğrenmeden, kadavranın yanından geçmeden, hatta hiç hasta ile muhatap olmadan, hekimlik pratiğinden ziyade TUS eksenli yetiştirilen ya da yetişen(!) doktorların(!), kâfi derecede denetlenemeyen ya da denetlenmeyen bazı temelsiz ve baraka mekteplerden(!) taşıma su(!)ilemezun edilmesi; hekimlerin topluma paragöz, açgözlü, art niyetli ve düşman belletilmesi; sağlık çalışanlarına şiddetin bırakın caydırıcı derecede cezalandırılmasını, nerede ise bazı medya kuruluşlarınca teşvik(!) edilmesi; performans denen muammanın, ucubenin(!) bir türlü rayına oturtulamaması; branşlar arasındaki adaletin ve dengenin sağlanamaması; mecburi hizmet ve stratejik personel gerekçeleri ile meslektaşlarımızın mağdur edilmesi, ailelerin parçalanması, çeşitli bahanelerle bir anlamda doktorların zulme uğratılmaları ve bütün bunlardan dolayı da meslektaşlarımızın meslek aşklarının ve sevgilerinin azalması, bezginlikleri, mahrumiyetleri, mahkûmiyetleri ve mahcubiyetleri yaşam arzularını sekteye uğratmakta, bu durum da hâliyle onların, giyimlerinden kuşamlarına, davranışlarından hastalarla ilgilenmelerine, kendilerini yetiştirmelerinden, güncellemelerinden hayat felsefelerine ve yaşam düzenlerine kadar etki etmekte ve karşımıza, akıl, irade ve muhakemeden ziyade laboratuvarlara ve teknolojiye mahkûm farklı bir hekim tipini, saçı sakalı birbirine karışmış, giyinmeyi, konuşmayı, oturmayı-kalkmayı, gülmeyi ve neşeyi bilmeyen, hayattan umudunu kesmiş, küskün, bezgin “GENETİĞİ DEĞİŞTİRİLMİŞ DOKTOR (GDD)”tipini çıkarmaktadır.

Bu GDD’lerin günahını da bu hususlarda payı olan herkesin çekeceğini ve mağdurlarca yapılan teheccüdî beddualardan yüklü miktarda hissedar olacaklarını hatırlatmak istiyorum.

Bu aradayüksek lisans, doktora, doktor öğretim görevlisi, doçent ve profesörlük aşamaları konusundaki değişiklikler ve yabancı dil sınavlarındaki başarı puanının 55 “elli beş” gibi şaka(!) sayılabilecek seviyelere çekilmesi, doçentlik aşamasında, akıllara durgunluk veren, şeytanın bile aklına gelmeyen dalavere ve şaibelerin kol gezdiği makale(!) dünyasında, sınavın kaldırılması veya ihtiyari olması, pratik değerlendirmenin yapılmaması gibi zannımca çok yanlış bulduğum düzenlemeler ile çok kritik ve problemli hasta değerlendirmeden ve tedavi planlamasından bihaber, çok üst seviyede önemli bir ameliyat yapmadan-yaptırmadan bu unvanların dağıtılması(!), korkarım üniversitelerin de tıp fakültelerinin de akademisyen ve bilim adamlarının da genetiklerinin değişmesine (GDÜ, GDF, GDA...) sebep olacaktır!

Kişisel soytarılıklarla, Şark kurnazlıkları ve ahbap çavuş ilişkileri ile kendini “Hoca(!)” sanan sahtekârlar ise ne geni ne de kromozomu değiştirilenler sınıfına girmektedirler. Onlar, evlere şenlik ayrı bir malforme tür...

İlgililerin ve yetkililerin, bu hususta bir kez daha dikkatlerinin çekilmesi temennisi ile henüz hiçbir yerde yayımlanmamış, dumanı üstünde çok yeni bir rubaimizi ve meraklıları(!) için de öz geçmişimizin biyografik linkini (http://www.biyografya.com/biyografi/10054), (http://www.biyografya.com/arama/search_type/search-bio/category/81/siralama/goruntulenme/) paylaşarak makalemizi bağlayalım.

BİR DEMET GÜL DER GÖNÜL!

(Fâilâtün, Fâilâtün, Fâilâtün, Fâilün)

Sen baharsın, ben hazânım, gülşen ister her gönül.

Böyle bir gülzâremeftûn bülbüle, gül, der gönül.

Bir çözümsüz sır içinde, geçmeden fânî ömür,

Gel bu sevdâ bahçesinden, bir demet gül der, gönül!

19.05.2020 10:07

“Bir musibet bin nasihatten evladır!” sözü bir kez daha cari olduğunu öğrenmiş olduk. Salgınların, pandemilerin insanlığın geleceğini nasıl etkilediğinin daha fazla farkına vardık. Güncel olması bakımından, geleceğe daha emin adımlar atabilmek için, dünyayı kasıp kavuran bu corona salgınından öğrendiklerimizden bazı önemli gördüklerimi maddeler halinde burada zikr etmek istiyorum.

Evet, bu pandemi ile insanlık olarak biz;

1. Özelleştirilmiş sağlık sisteminin, uzun vadede sağlık sorunlarını çözümlemede ve yönetmede başarısız bir sistem olduğunu öğrendik.

2. Sağlık çalışanlarının ne kadar önemli olduğunu öğrendik. 48 saatte 6 saat uyuyarak veya uyumayarak, ağır şartlar altında hizmet edenler ile, evinde oturup tv karşısında ahkam kesenler arasındaki farkı öğrendik.

3. Sağlık çalışanlarının, ya kendisi, ya da yakını bu hastalığa mutlak maruz kalmıştır ve bu hastalık sürecini bizzat yaşamışlardır. Motivasyonun, onlar için ne denli önemli olduğunu fark ettik. Bu sebeple onları daha iyi anlamayı öğrendik veya öğrenemedik!

4. Ülke için savaşmak ile virüs için savaşmanın, biribirinden çok da farklı olmadığını öğrendik.

5. Bağlantısallığın önemini bir kez daha öğrendik! Tümden Gelim (Aristo) ve Tüme Varım( Newton, Descartes...) değerlendirme yöntemlerinin ötesinde, “Bağlantısallık Matematiği ile Değerlendirme” yöntemini öğrendik. Virüs, 30.000 nükleotidden oluşmuş bir bilgi ağı, bir enformasyonudur. İnsanda ise, 80-100 trilyon hücrenin her birinde DNA bazı 6 Milyar bilgi var! Bu Bağlantısallık Bütünselliği Matematiği, (Bayezyen Matematiği) en küçük parçayı alıp bütünü arasındaki bilgileri analiz ederek, bilgiyi işleme mekanizmasıdır. Bu Bağlantısallık sistemi, Beyinde de, Hayatta da aynı şekildeki işletim üzere çalışır!

6. Yeni bir Dünya Düzenini, eskisi ile hiç ilgisi olmayacağını öğrendik.

7. Öğrenme ve Bilginin önemini öğrendik.

8. Tabiat Kültürünü öğrendik. Hayvanların da tabiatta hakları olduğunu ve onların hayatlarına müdahale etmemiz gerektiğini öğrendik.

9. Bu medeniyetin, Newton ve Descartes ile başlayan “deneycilik uygarlığı” olduğunu ve geliştirilmesi gerektiğini öğrendik.

10. İnsanın, hatta her şeyin bu Kainatın sahibi değil, bir parçası, bir cüzü olduğunu öğrendik. “İnsan-Toplum”, “Varlık-Kainat” ilişkisinde olduğu gibi, “Hayattaş”, “Yaşamdaş” olduğumuzu farkına vardık. Bir canlının ölümünün, yaşamın sonu olmadığını öğrendik.

11. İnsan ve her canlı ölünce hayatın bitmediğini öğrendik. Hayat devam ediyor.

12. “Yaşamın bir enformasyon ağı”, insanın ve her varlığın da bu yaşamın bir parçası olduğunu öğrendik.

13. En büyük yanlışın, “Ben varsam hayat var, yoksam hayat yoktur” düşüncesinin olduğunu öğrendik. Bu virüs, bu yanlışımızı tekrar hatırlattı ve “Hayatın bir bilgi, bir enformasyon ağı” olduğunu öğretti ve çok iyi bir ders verdi. Her varlığın hayata katkısı olduğunu öğretti.

14. Bir arının, bir kuşun, bir farenin, bir solucanın, bir köstebeğin, bir yabani hayvanın, bazen insandan da daha fazla hayata katkı sağlayabileceğini öğrendik.

15. Ölümü anlamaya çalışmanın, hayatın güzelliğini anlamakta yattığını öğrendik. Her şeyin bir “Ortak Matematiğinin” olduğunu fark ettik.

16. “BEN”lik duygusunun, Sahip olmak ve sahiplenmek arzusu ile “doğayı sahiplenme gayesi” üzerine kurulu bir Neoliberalizm’in yanlış olduğunu öğrendik.

17. “Yeni Hukuk” sisteminin, yaşamın hakkının insana karşı korumasının gerekliliğini öğrendik. İnsanın hukukundan ziyade, hayatın hukukunun korunmasının çok daha önemli olduğunu öğrendik.

18. “Kurumların, Kurumsal öğretilme ve eğitilme”lerinin de çok önemli ve insanların eğitim ve öğretiminden çok daha zor olduğunu öğrendik.

19. “Çalışkanlık ve Zeki” olmaktan ziyade, “İyilik ve Yaratıcılık”in, hayata çok daha fazla katkı sağladığını öğrendik. “İyilik eğitimi” ile başlayıp, “Yaratıcılık eğitimi” ile devam etmeliyiz. Yaratıcılık, ürün üretme kavramı üzerine kurulu NEOLİBERALİZM düzeninde, “iyilik” gözardı edilmemelidir.

20. “Ölüm ve Korkusu”nu öğretti. Ölümü uzaktan duymak, yakından duymak, ölüme maruz kalmak ve ölümü yaşamak çok farklı... Ölüm Korkusu, toplumsal bağlantısallığı etkiler. Kuşlarda olsaydı, bu kadar önem vermezdik ölüme...

21. “Bilimin Önemi”ni daha iyi öğrendik. Toplum olarak ölüm korkusu ve ölüme maruz kalma endişesini yaşıyoruz. Bu süreçte, çare peşindeyiz. Bilime sarıldık. Bilimin ne kadar mühim olduğunu öğrendik. Tarihte, bilimin bu kadar önemli olduğunu insanlık hiç anlayamamıştı. Bu salgın bir fırsat olmuştur!

22. “Bilim ve Bilimcilik”in farkını daha iyi öğrendik. Bilimcilik, bilimi kendi emelleri için kullanmaktır. Bu çok tehlikelidir. Bilimcilik oynamanın ne kadar büyük bir felaket olduğunu öğrendik. “Dinamik ve Dinamit” olan bilimin, bilime ihanet edenden de çok acı intikam aldığını öğrendik.

23. Dünyanın, her yaratılanın hakkı olduğu bir yer, bir vatan ve bu vatanın tüm insanlığın ve her varlığın tek vatanı olduğunu öğrendik. Tüm dünya tek bir vatandır.

24. Tüm insanların, “insan olarak kardeş” olduğunu öğrendik.

25. Şövenist milliyetçiliğin ilim ve bilimle bağdaşmadığının öğrendik.

26. Bilimin insanlığın ortak mirası olduğunu öğrendik.

27. Toplu cinayetlerin, silah baronlarının ve savaş provokatörü ve kışkırtıcı ve harlayıcı devletlerin, bir maskeye muhtaç kaldığını öğrendik.

28. İnsanın esas vazifesinin; bulduğundan ve bulunduğundan “DAHA İYİ BİR DÜNYA BIRAKMAK” olduğunu öğrendik.

İşte bir kaç aforizmamız...

*Hayatın amirinin ve hakiminin bilgi olduğu “Yeni Dünya Düzeni”nde en büyük güç ve sermaye, dijital ortamın nimetlerini ücretsiz kullananların kişisel bilgileridir!

*Hayatın amirinin ve hakiminin bilgi olduğu “Yeni Dünya Düzeni”nde, bir ürüne para ödemiyorsanız, unutmayın ki, ürün sizsiniz!

*İşletim sisteminin bağlantısallık matematiği, her şeyin evrensel bütünlüğünden bir parça, en büyük gücünün bilgi ve fevkalade bir ahenk, armoni, estetik ve balans düzenindeki tek bir beyin olan “Holistik Kainat”, kendisinin de ötesinde çok muhteşem ve muazzam, namütenahi bir akıl, bir güç, bir bilgi ve bir “BEYİN” tarafından yönetilmektedir.

*Hayatın amiri ve hakimi bilgidir!

*Salgınlar; her yere üniversite(!) diploması alınabilen bir okul(!), her parasını verene diploma(!), her diploma(!) alana doktora(!), her doktora(!) satın alana doçentlik(!), her doçentlik(!) verilene profesörlük(!) bahşedilmesi, her profesörün(!) “Profesör”, her profesörün de “Bilim İnsanı” olarak kabul edilmesi düşüncelerinin çok yanlış ve tehlikeli olduğunu öğretebilse, hayata büyük fayda sağlamış olur!

*Zamanda vakti değil, vakitte zamanı yaşamak maharet...

*”Aklen Dîvâne” olmak, hikmet arzusu ve iptilâsı ile, akıllı olmanın hiç bir yolunun ve manasının bulunmadığını farkında olarak, zeka parıltılarının aydınlığında, sonsuzluğun heyecan verici enginliğine, yalnızlığın soğukluğuna ve huzuruna, sessizliğin karanlığına ve sükunetine, ufkun derinliğine ve zenginliğine, hayatta insanın insanda da hayatın, kâinatta tanrının tanrıda da kâinatın mevcudiyetini fark ederek, her şeyin canlı, “Hep” ve “Hiç” olduğu bu âlemde, “Benlik İnşâsı ve Mîmarisi” için, “Var” olabilmek gayesiyle yelken açmaktır.

*Ürettiler! Uyuttular! Yutturdular! Yeni deney kapıda! Yeni düzen yakında!

Farklı iki makamda, iki bestekarımız tarafından bestelenen bir rubaimizle bitirelim.

Segah Şarkı

Güfte; İsmâil Hakkı AYDIN

Beste; Bora Uymaz

Bahçemde segâh, kışta hicaz, yazda nevâsın!

Son devrede bir taze bahar, başka devâsın!

Gönlümde hazan goncası, sultaniyegâh Yâr!

Sen her gece rûhumdaki cân, derde şifâsın!

14.05.2020 09:32

Çok düşündüm sana bunları yazmamak ve senin de canını sıkmamak için, ama artık içimi dökecek kimsem kalmadı Anne.

Dedem de yok, Babam da. Bir sen varsın. Aslında bu mektubu sana, bir anlamda, binbir güçlükle okuyup, tıp gibi emsal kabul etmez bir tahsili yaparak, bütün zorluklara rağmen hekim olmayı başarabilen, ancak günümüzde maalesef, hep aşağılanan, tahkir edilen, hakları elinden alınan, halka ve topluma, düşman, aç gözlü, doymak bilmeyen, şerefsiz, namussuz, gaddar, sahtekâr ve katil gibi gösterilmek istenen tüm meslektaşlarım adına yazıyorum.

Biliyorum ben, yaşını başını almış, torun torba sahibi bir Profesör olsam da, senin gözünde hâlâ çocuğum.

Hep "İsmi" diye seslendiğin, rahmetli Dedem ve Babam ile el birliği etmişçesine, "Sen büyüksün, ağabeysin, kardeşlerine baba gibisin, çocuk değilsin, sen büyük adam olacaksın, çok çalış, ne bulursan oku" diye beni yönlendirdiğin, kendimi erişkin birisi gibi görmem için gayret ettiğin, ama senin gözünde hep çocuk kaldığım, o ele avuca sığmayan yavrunum.

Senin şefkat dolu yüreğin, aslında hiç istemedi ki zaten benim büyümemi. Çünkü sen çok iyi biliyordun, ağustosta zemheriyi yaşıyordu şeytanın batağına düşmeden büyüyenler, okuyanlar, kimseye boyun eğmeyenler, çok çalışanlar, gerçek peşinde koşanlar, dünya-yi dun içun edaniye baş eğmeyenler, bu zamanda. Keşke büyümeseydim, keşke gönlüm çocukça ve tertemiz kalabilseydi.

Çünkü doğmak güzel de, yaşamak çok zor ve külfetlidir, namuslu, dürüst, ulvi zoru başaranlar, bilgili ve âlim olanlar için Anne.

Hep senin dualarınla elli yedi yaşıma girdim anne. Ne doğum günüm oldu ne doğum günümü kutlayan! Bilmem, bilmek de istemem zaten böyle şeyleri. Oldum olası yapmacık, özenti, güvensiz ve anlamsız gelir bana bu tür kutlamalar, günler...

Tabii, bayramımız, seyranımız, tatilimiz, gecemiz, gündüzümüz, pazarımız da olmamış ya. Hatırlarsın, yıllarca torunlarına, babalarının meslekleri sorulduğunda, "NÖBETÇİ" diye cevap verirlerdi.

Çok fazla da bir şey değişmedi ya bu yaşımda. Hep şifa dağıtmaya gayret ettim, okudum, hep makaleler, kitaplar yazdım, hep bilgimi, san'atımı ve tecrübemi öğrettim, aktardım ve bunlara da devam etmek istiyorum.

Ama olmuyor, olmuyor Anne! Çok sevdiğim ve 30 yılı aşkın bir süredir zevk ve heyecanla, dürüstçe sürdürdüğüm hekimlik mesleğimden, üniversite hocalığından, mesleki yönden kendilerini yetiştirirken, edebi ve sosyal açıdan da iyi yetişebilmeleri için her türlü gayreti gösterdiğim, şakalaştığım, kendilerine zaman zaman ufak tefek hediyeler, özellikle de kravatlarımı vermekten ve kendi kitaplarımı imzalamaktan ileri derecede haz ve zevk aldığım istikbalin doktorları öğrencilerimden, asistanlarımdan ve meslektaşlarımdan soğutuldum, usandırıldım, küstürüldüm.

Şimdi de performans diye bir şey çıkarmışlar Anne. Nerede ise, görmediğim ülkesi kalmadı bu fani dünyanın, birçok yabancı dil biliyorum da, bu performansı bir türlü anlayamadım.

Aldığım eğitime, aklıma, izanıma, irfanıma ve ufkuma sığmıyor ki sana da anlatabileyim.

Hani, fındık toplarken, işçilerin gözünden kaçan, dallarda kalanlarını bulup getirdiğimizde, babam bize bahşiş verirdi, biz de çok bahşiş alabilmek için bazen, çaktırmadan kendi fındık harmanımızdan alıp, kendimiz toplamış gibi size getirirdik ya, işte ona benzer bir şey.

Bir de, bir günde 30 saat çalışılabilirmiş gibi anlayamadığım bir şey daha duydum. Ne kadar doğru, bilemiyorum ama, karar alınmış, bundan böyle, günler 30 saat olacakmış! Güneş hiç batmayacakmış!

Hayatımın baharı da, yazı da gitti, hazanının neresindeyim, onu da hiç bilemiyorum, belki de tamamen "hiç"lik yaşıyorum Anne.

Elli yedi yıllık ömürde kazançtan yana hiçbir şey yok! İsviçrelere, Amerikalara, Japonyalara gönderdiğin, okusun, tecrübe kazansın, dünya çapında büyük bilim adamı olsun, insanlığa faydalı olsun, beyin cerrahı olsun, profesör olsun diye gönderdiğin oğlunun kesesinde biriktirdiği akçeler(!), artık geçmez oldu.

Yetiştirdiği, okuttuğu, eğittiği, büyüttüğü, hep gözü gibi gördüğü kişilerin çoğu, dost sandığı bu çarşı, pazar, sokaklar, sahte gülücüklü ve menfaatperest, papyon ve kravatlı insan müsveddeleri, oğluna el, hatta hasım oldu Anne!

Ne ben onları ne de onlar beni tanıyabiliyor artık. Birbirimize yabancı, hatta bazen de düşman gibiyiz, hoş bir seda bırakma gayreti içerisinde olduğumuz şu mavi gök kubbe altında.

Artık elli yedi yaşıma girdim anne. Ne anlayan var halimden ne konuşan var benim konuştuğum dilden.

Ancak sen anlarsın, analar, ana yüreği anlar beni ve tüm meslektaşlarımı! 57 değil, 107 yaşıma da erse yaşım, anladım ki sahici olan sadece ve sadece senin şefkat ve sevginmiş bu dünyada.

"Ana başta taç imiş/Her derde ilaç imiş/ Bir evlat pir olsa da,/Anaya muhtaç imiş" boşuna söylenmemiş.

Çok zor günler geçiren ve her zamankinden daha çok duaya ihtiyacı olan bu tabip meslektaşlarıma duanı eksik etme, olur mu Canım Annem?

Kelli felli koskoca adamların binbir suratlı, menfaatçi, sahte ve riyakâr yüzlerinden sıkıldım artık! Nefes almakta zorlanan bebekleri(!) gördükçe içim kan ağlıyor.

Ben de artık "NEFES" alamıyorum. Dünyanın her türlü nimetini ve insan kaynaklarını bencilce tüketen şükürsüzleri, hasisleri, insafsızları gördükçe utanıyorum gelecek ve mesleğim adına, bütün insanlardan.

Özledim senin yaptığın, "Oğlum yoğurtla mısır ekmeğini çok sever" düşüncesi ile İsviçrelere kadar pişirip gönderdiğin mısır ekmeklerini, yetiştirdiğin taze sebzeleri, çocukları sevişini, bem- beyaz örtünle melekler gibi masumane, mütevekkil, secdeye gidişini, duaya duruşunu. Lütfen meslektaşlarımdan dualarını esirgeme, ne olur Anne.

ANNE

Sevgini yüreğime, nakış nakış kazan ne?
Çile dolu bir ömrü, talihime yazan ne?
Bunca derdi çekmeye, mahkûm olan bu beni,
Yapayalnız bırakıp, ne olur gitme Anne.

10.05.2020 13:36

Evet… Yok…

Nice insanlar gördüm, adları yok, sanları yok, insanlıkları yok, haysiyetleri yok, şerefleri yok, onurları yok, edepleri yok! Nice adamlar gördüm, adamlıkları yok! Nice mahluklar gördüm, ahlakları yok, varlıkları yok! Nice hocalar gördüm, anlatacak bilgisi yok, mihrabı yok, sarığı yok, kürsüsü yok! Nice profesörler gördüm, cübbesi yok, okur-yazarlıkları yok, kimlikleri yok, diplomaları yok, kitabı yok, yeri yok, yurdu yok, iz’ânı yok, öğrencisi yok, asistanı yok, nutku yok! Nice okullar gördüm, binası yok, sırası yok, tahtası yok, “yok”u yok!

Nice üniversiteler gördüm, adı yok, sanı yok, ilmi yok, irfanı yok, talebesi yok, listelerde ismi yok! Nice hastanenler gördüm, hastası yok, şifası yok, doktoru yok! Nice riyakâr ve menfaatperest öğrenciler, talebeler gördüm, talebi yok, şevki yok, defteri yok, kalemi yok, ahde vefası yok, hürmeti yok, samimiyeti yok, insafı yok, selamı yok, sabahı yok, onuru yok, edebi yok, hatırası yok!

Nice kafalar gördüm, başları yok, gözleri yok, kulakları yok, akılları yok, insafları yok, beyinleri yok! Nice başlar gördüm, kafaları yok! Nice arkadaşlar gördüm, gerektiklerinde hiçbir zaman hiçbir yerde yok! Nice “DOST”lar gördüm, hiçbir yerde, hiçbir zamanda “yok”ları yok!

“Akrabanın akrabaya, akrep etmez ettiğin!” boşuna mı söylenmişti! Ben de, nice akrabalar gördüm, hiçbir zaman hiçbir yerde “var”ları yok! Menfaatleri için feda edemeyecekleri hiçbir kıymetli şeyi yok, mâzisi yok, muzârisi yok, anası yok, babası yok, kardeşi yok, hayası yok, saygısı yok, kişiliği yok, terbiyesi yok, zarardan başka kârı yok, hayrı yok, köstekten başka desteği yok! Yaralı parmağa işeyecek idrarı yok!

Biliyorum, “çok farklı bir giriş oldu” diye düşünüyorsunuz. Ama, aklımın almadığı canımı sıkan o kadar çok şeye şahit oldum ki bu son zamanlarda, hepsini burada yazabilmem mümkün değil. Yediği kaba tükürenler, pisleyenler, yalakalıkla iş bulanlar, ispiyonculukla kara para sahibi, zengin olanlar, vatanını haysiyetini satanlar... Şöyle bir özetle teğet geçeyim dedim. Yoksa her biri ciltlerce kitap olur.

Lâkin, bilim adamı kimliğimle canımı sıkan ve ülkemiz, insanımız ve üniversitelerimiz açısından istikbale matuf karamsarlığa kapılmama sebep olan bazı hususlar var ki, üzerlerinde durmadan edemeyeceğim.

Bazı hastanelerde(!), adım başı, saçı sakalı birbirine karışmış, yakası paçası yer değiştirmiş, kazma dişli, yılışık, şiş göbekli, kalın enseli, bastı bacak, ayakları terlikli, tırnaklarını kesmeye vakit bulamamış, kirden rengini fark etmekte zorluk çektiğim, sırtındaki gömleğinin düğmelerini çapraz iliklemiş, kot pantolonlu, Deontolojiden bîhaber, kendilerini “doçent”(!) veya “profesör”(!) olarak tanıtan ucûbe doktorlarla(!) karşılaşıyorum. Bu tiplere artık hemen her yerde de rastlamak mümkün ya…

Meraklıyım, serde hocalık var ya, soruyorum, “Mezuniyet hangi Tıp Fakültesinden, ihtisas hangi hocadan, hangi klinikten, üzerinde özellikle çalışılan araştırma ve özellikle aşına olunan ve tecrübe kazanılan konu hangisi, hocan kim, doçentlik nerden, hangi üniversitede kaç yıl kadrolu-kadrosuz doçent ve profesör olarak görev yapılmış, ne kadar kürsü dersi, seminer verilmiş, kaç konferans, kaç yayın var, atıf sayısı, H Faktörü (onlar da ne ki?), kaç talebe, kaç asistan yetiştirilmiş, kaç tez yönetilmiş, profesörlük ne zaman, hangi üniversiteden…” Cevap mı! Yürekler acısı… Şaibeler, birbirini kovalıyor! Vah, vah... Şaibeler, birbirini kovalıyor! Vah, vah...

Unvanımdan utandım, aynı titri kullandığım (uzun yıllardan beri kullanmıyorum ya, çok şükür kullanmamışım!) için kendimi suçladım. Zira, ben hiç, kişilik, şeref ve onurunu akademik titrinden alanlar sınıfına girmedim, şaibeden uzak durdum. Koltuğunun arkasına sığınanlardan, koltuğu ile yükselenlerden(!) olmadım. Kendi omuzlarıyla, kendi ayakları ile, kendi teri ile nefes alanlardan ve kazananlardan oldum.! Hep kolayı, sahte, dalavereli, suflî ve kaypak yolları değil, engebeli, çetrefilli, tuzaklı, namuslu, ahlaklı, erdemli, dürüst, onurlu ve ulvî zor yolları tercih ettim. Asla da pişman olmadım. Çok şükür ki, ana-babam ve hocalarımdan başka hiç kimseye vefa borcum yok!

Nitekim, hiç öğrenci yüzü görmemiş, ders anlatmamış, üniversitede öğretim üyesi olarak hiç çalışmamış, muayenehaneye gitmiş de gitmiş(!), gelmiş de gelmiş(!) devlet hastanelerine… Sonra da cilalı boyalı, allı, şanlı, koltuklardan ve makamlardan şan, şöhret, haysiyyet ve onur bekleyerek, zavallılıklarını telafi etmeye çalışmışlar! Ahbap çavuş, eş-dost, akraba, yandaş, yalaka, yağ-yağdanlık ve çıkar ilişkileri ve ulufe dağıtılır gibi, kılıfına uydurularak ikram edilen akademik unvanlar, payeler, koltuklar, makamlar… Ama hep eziklikleri, aşağılık kompleksleri de fark edilmiyor değil yani. Bir yerlerinden cehaletleri arz-ı endam ediyor!

Mer’î kanunlar, yönetmelikler, tüzükler, kurallar, teammüller, bir bir aklımdan fırtınalar koparırcasına, beynimi sızlatarak, kalbimi acıtarak peş peşe geçiyor. Asistanlık yıllarımı, ihtisas çalışmalarımı, tez hazırlıkları, West Point’deki askeri disipline nal toplatan yurt dışı çalışmalarım, araştırmalarım ve serüvenlerim, makale yazabilmek ve yurtdışı SCI kapsamlı bir dergide yayınlatabilmek için verdiğim efor, gayret, döktüğüm ter, uykusuz gecelerim, sökmeyen şafaklarım, ameliyathanelerdeki saatlerimle ağaran tanın, doğan güneşin bisturimde yansıyan ışıkları…

Hakkı ile, ter dökerek bu unvanları kazananlar… Hızlandırılmış bir sinema şeridi gibi akıyor gönül ekranından. Kahrediyorum haksızlıklara da, göğsümü gererek “iyi ki böyle sahte, onursuz ve uyduruk akademik bir payeye sahip değilim” diye seviniyor, ve “çok iyi yapmışım” diyorum.

Yıllar yılı, uzman, yardımcı doçent ve doçent adaylarını, kılı kırk yararak neden imtihan ettiğimizi, profesör olacakları niçin, ince eleyip sık dokuduğumuzu düşündükçe, kendimi de suçlamıyor değilim(!).

Bu arada, daha önceki dönemlerde, kanunların açıklarını kullanarak, uydur-kaydır yöntem ve hülle yolu ile profesörlük alan bazı tabelacı(!) akademisyenlere(!), “psödofesör, kırofesör, parafesör, zırtofesör ve murofesör(!)...” diye takılıyordum. Bu yukarıda bahsettiklerim, bunlara da rahmet okuttular!

Konu ile mütenasip, “Rubâiyyât-ı Bircis”den bir rubâîmizle makalemizi bağlayalım.

ŞEYTAN ŞAŞAR!

(Fâilâtün, Fâilâtün, Fâilâtün, Fâilün)

Sen tufeyli, müptezel, nankör, edepsiz, hilekar!

Müfteri, pespaye, hain, dalkavuk, hem sahtekar!

Şaklaban, ebleh, mürai, densiz, arsız, soytarı!

Şarlatan, küstah, düzenbaz, şerrine şeytan şaşar!

07.05.2020 10:00

Çok muhterem kaarilerim çok iyi bilirler ki, uzun yıllardan beri Medimagazin Gazetesi’nin bana ait “Nörofilozofi” isimli köşesinde, düzenli olarak felsefe, edebiyat, sanat, teoloji, bilim, kültür, tarih, eğitim politikaları ve özellikle de mesleki problemlerimizle ilgili konularda periyodik makalelerim yayımlanmaktadır. Yazılarımın hemen hepsini kendime ait, güfte olabilecek formda bir rubai veya dörtlük ile sonlandırırım.

Şiir-rubai mühendisliktir, şiiriyyet ruhu fikir ihtiva eder ve dil ustalığı söz konusudur.

Bir anlamda, manzum söz yakut, zümrüt ve incilerinin saklandığı ve muhafaza edildiği birer MÜCEVHER KUTUSU olarak telakki ettiğim ve Türk Musikisi’nin beslendiği ana kaynak mevkiindeki rubai, hikmet ve tefekkür şiiri olarak bilinmekte; kalbin hissettiği yoğun duyguları, zihnin daldığı derin düşünceleri, aklın çözemediği sırları, varlık ve yokluğu, aşkı, hayat ve ölüm temalarını, kendine has iki aruz formu (Ahrem ve Ahreb) ve kaideleri çerçevesinde detaylandırıldığında ciltlerce kitabı oluşturacak hissiyatı ve bilgiyi süzüp, rafine ve kristalize ederek, belli bir hayat felsefesinin ışığı ve merceği altında, perdenin her iki tarafını da farklı şekilde yorumlayabilecek ve düşündürebilecek mükemmellikte, ustalıkla dört mısraya sığdırabilme sanatıdır.

Rubai bir edebiyat terimi olarak özel vezinlerle yazılmış dört mısralı bir nazım biçiminin adıdır. Bu nazım biçimi İran edebiyatında doğmuş, Türk edebiyatına da bu edebiyattan geçmiştir.

Mesleğim olan beyin cerrahisi dışında, yayımladığım on altıncı şiir kitaplarımın ise yedincisi olan “RUBÂİYYÂT-I BİRCİS”de de işte bu ve benzeri rubailerim, şiir, rubâ, san’at, mûsıkî ve edebiyat severlerin hizmetine takdim edilmek üzere, Girdap Kitap Yayınevince neşr edilerek, tüm kitapçıların raflarında yerini almıştır!

Yine tüm okuyucularımın bildiği gibi Medimagazin Gazetesi, Nörofilozofi Köşemde; mesleki, sosyal, edebi, eğitim ve ilmi problemlerle ilişkili olarak görüş ve çözüm yollarını ihtiva eden makaleler yazmaktayım.

Genellikle bu makalelerimden oluşan ve mesleğim olan beyin cerrahisi dışında yazdığım on yedinci ve “Rabbim Beni Doktorlardan Koru! Ah Bu Doktorlar! Ah Bu Hastalar!” serisinde ise dördüncü kitabım olarak “AH BU İNSANLAR!”, yine Girdap Kitap tarafından yayımlanmış bulunmaktadır.

Güncel hadiseleri, zaman zaman ironik zaman zaman da müstehzi ifadelerle analiz edip, kendi çözüm yollarımı bulacağınız bu kitabı okurken bazen gülüp bazen de hüzünlenerek, kısmen de kendinizden bir şeyler bulacaksınız.

Aforizma, özdeyiş, vecize, özlü söz, aforizm; düşünceleri kısa ve öz bir biçimde anlatan sözlerdir. Kimi zaman maksim, motto, kelam-ı kibar, mücevher söz ve ülger olarak da anılırlar. Özdeyişler söyleyenleri genellikle bellidir. Anonim nitelik kazanmış sözler de vardır. Bir cümlenin özdeyiş sayılması için anlamı yoğun ve fikrin özünü ifade eder nitelikte olması gerekir. Sözün dikkate değer konuları öne çıkarması ve farklı bakış açısı yansıtması önemli bir özelliktir.

Bir başka ifade ile aforizma, benim de yazmaktan büyük haz duyduğum rubai formundaki manzum düşüncenin, düz yazı olarak ifadesidir.

Bu, mesleğim “beyin cerrahisi” dışındaki on sekizinci kitabımız olan “AFORİZMALAR” isimli kitapta, bir araya topladığımız şahsî aforizmalarım zaman zaman makale ve kitaplarımda yer alan, konferans ve televizyon programlarında, gerek kendimce seçilen ve kullanılan gerekse de öğrencilerim, okuyucularım, dostlarım ve arkadaşlarım tarafından seçilen ifadelerden oluşmaktadır.

Yayımlanmış diğer kitaplarımda olduğu gibi bu üç kitabımın da düzenlenmesinde, redaksiyonunda ve neşr edilmesinde müşkilpesend kişiliğimin kahrını çeken, beni cesaretlendiren ve teşvik eden Girdap Kitap Genel Yayın Yönetmeni ve Sahibi sevgili Kardeşim Muttalip Asılı Bey’e, değerli editörüm Sayın Vedat Topçu’ya, yayınevinin tüm çalışanlarına ve raflarda yerini alıncaya kadar her aşamasına katkı sağlayan ve emeği geçen herkese ve münhasıran da beni muharrirlik yolunda destek ve teşviklerini esirgemeyen ve bir anlamda da mecbur kılan Medimagazin Gazetemizin Genel Yayın Yönetmeni sevgili kardeşim Dr. İbrahim Ersoy Beyefendiye de kalbi şükranlarımı ifade etmek istiyorum.

Ve “Rubâiyyât-ı Bircis”den bir rubai paylaşarak bitirelim!

AŞK!

(Sevgili Kardeşlerim Prof. Dr. Gül-Sebahattin Hacıyakupoğlu’na)

— — • / • — — • / • — — • / • —

(Mef’ûlü, Mefâîlü, Mefâîlü, Feûl)

Âlem dolu yerden göğe, gülden güle Aşk!

Dağlar, ovalar, yel, hava, seller bile Aşk!

Bir gün yıkılır her güzelin saltanatı,

Rabbim! Bana lütf et, Ebedî Yâr ile Aşk!

02.05.2020 10:57

Diğer meslek gruplarına oranla, haklı olarak gördükleri daha fazla hürmet, itibar ve saygı nedeni ile ve “ulaşılamayan etin mundar” olduğu zehabıyla olsa gerek, hekimleri toplumun gözünde itibarsızlaştırma gayretleri her sahada, her geçen gün daha da artmaktadır.

Tarihin hiçbir döneminde, dünyanın hiçbir ülkesinde günümüzdeki derecede bu meslek itibar kaybetmemiş ve düşman olarak belletilmemiştir.

Sanki insanların şuur altlarında yerleşmiş iflah olmaz bir “aşağılık kompleksi virüsü” beyinleri bir solucan gibi kemirmekte; gözü dönmüş, rekabet kabul etmez, kıskançlık, haset ve düşmanlık için her zaman bir plan ve program yapmaya mecbur etmektedir.

Zira şahit olunan hadiseleri başka türlü akıl, vicdan ve muhayyile çerçevesi içerisinde değerlendirmek mümkün olmamaktadır.

Doktorları memurlaştırmak için hiçbir şeyden taviz verilmemiş, elden gelen her ne varsa esirgenmemiştir!

Oysa hekim asla ve asla ettiği yemin, aldığı eğitim ve mefkûresi itibarıyla memurlaştırılmaya müsait değildir.

Bu hususta daha önce (2013) bu köşemde yayımladığım makalemde de (https://www.medimagazin.com.tr/authors/ismail-hakki-aydIn/tr-hekim-mi-memur-mu-72-87-3345.html) ifade ettiğim gibi, gerek deontolojik gerekse vicdani mesuliyetlerimiz vardır.

Elli yıla yakındır tıbbın içerisinde olan ve kırk yılı nöroşirurji sahasında (beyin, omurilik ve sinir cerrahisi) çok severek mesleğini icra eden ve binlerce doktor, beyin cerrahı, doçent ve profesör yetiştiren bir akademisyen, bilim adamı ve hekim-cerrah olarak meslektaşlarımın acısını hep içimde hissettim. Çözüm yollarına ilişkin raporlar, makaleler ve kitaplar yazdım, konferanslar verdim, televizyon programlarına iştirak ettim. Kimsenin umurunda olmadı.

Çınar yaprağı, kantaron, sülük tedavisi ve hacamat derken, “Her hastayım diyen acildir!” felsefesi ile herkese tomografi, MRG ve doktorlara hadlerini bildirerek (!) de sağlıkta çağ atladık (!) da arkaya dönüp baktığımızda bir arpa boyu yol alamadık! Ama tabiatımıza aykırı olsa da bir şekilde memurlaştırıldık.

Ne hikmetse hekimleri döven, hakaret eden ve hatta katleden canavar ruhlu, sapık, haysiyetsiz, namussuz ve şerefsiz, beyinleri irin dolu iblîsî mahlûklara, doktorların da “MEMUR” ve “İNSAN” olduklarını öğretemedik! Bu arada, olaylara kıs kıs gülen bazı kıskanç, hasud, çanakçı idarecilerin ve suyun başında olanların hakkını da yemeyelim!

Hekimler, memurlaştırılmaya memurlaştırıldılar lakin bazı memurlara tanınan legal haklardan onların mahrum bırakılması için ellerinden gelen her ne varsa ardına konmamıştır. Yazdıklarımın tesiri olmasa da susmaya da gönlüm razı olmuyor. Yoksa bu şeytana pabucu ters giydiren düzenlemeleri sineye çekmek ne mümkün!

Bu hususta çok küçük bir örnek vermek istiyorum. Hekimler gibi “MEMUR” statüsünde olan birçok “sanatçı” mesaileri dışında çalışabilmekte, korolar yönetmekte, genel ve özel kurum, kuruluş ve organizasyonlarda icra-i sanat yapmakta, birçok öğretmenin yaptığı gibi öğrencilere özel dersler vermekte ve haklı kazanç temin etmelerine karşın, doktorların mesaileri dışında kendi istirahatlarından fedakârlık yaparak, mesleklerini şu ya da bu şekilde icra etmelerine müsaade edilmemektedir.

Çeşitli mülahazalarla, büyük bir camiayı töhmet altında bırakarak hekimlerin yasaklanan bu haklarının iade edilmesinin gerekliliğine inanıyorum. Çok zor yetişen bir doktorun, dünyanın birçok ülkesinde kullandığı bu mesleki, insani ve deontolojik hakkından mahrum bırakılmasını doğru bulmuyorum.

Dilerim, şiddete maruz kalmakta “şamar oğlanına” döndürülen hekim camiasının, Allah korkusu ve aklıselim ile her türlü problemini halledecek gerekli, samimi ve insaflı düzenlemeler ve hukuki yapılandırmalar bir an önce erdemle hayata geçirilir de meslektaşlarımız nefes alır...

Okuyucuları ile henüz buluşan, on sekizinci kitabımız olan “Rubaiyyât-ı Bircis” (Girdap Kitap, İstanbul, 2018)den bir rubaimizle makalemizi bitirelim.


EY GÖNÜL!

— • — — /— • — — /— • — — /— • —

(Fâilâtün, Fâilâtün, Fâilâtün, Fâilün)

Gül durur, gülşen dururken, târumârsın Ey Gönül!

Dizde derman yok mecâlin ihtiyârsın Ey Gönül!

Her çilenden zevk alırsan, yükselirsin dağ gibi,

Rabb’e şükr et, derdin artsın, bahtiyârsın Ey Gönül!

28.04.2020 10:30

Tarîkatlar, günümüzde çok moda... Sâlikleri de tarih boyunca hiç bu kadar itibar görmemiştir.

Zamanımızda genellikle, sadakat liyâkate, tarîkat da mahârete fedâ ve tercih edilmektedir! Herkes de bu sebeplerle, kendini bir tarîkata mensub olmak mecburiyetinde hissediyor!

Biz de bir tarîkat müntesibiyiz hakikatte... “TARÎKAT-I TIBBİYYE”!

Nitekim Kâinâtın en kadim tarîkatlarından biri, “Tarîkat-ı Tıbbiyye”dir. Her ne kadar tarih boyunca, bu ana tarîkat, ihtiyaca binâen, Tarîkat-ı Dâhiliyye, Tarîkat-ı Hâriciyye, Tarîkat-ı Asâbiyye, Tarîkat-ı İntâniyye, Tarîkat-ı Nisâiyye, Tarîkat-ı Bevliyye ve Tarîkat-ı Cildiyye gibi çeşitli kollara ayrılmış olsa da, Tarîkat- Tıbbiyye, toplum nazarında hep itibar görmüş, son zamanlar hariç, lâyıkı ile icrâ edilmiş ve hak ettiği veçhi ile saygı görmüştür.

Her tarîkatın bir mürşidi olduğu gibi, diğer tarikatların hılâfına, Tarîkat-ı Tıbbiyye’nin temelde, üç mürşidi vardır. Bunlar; İbn-i Sînâ, Hipokrat ve Galendir.

Daha sonra kollara ayrılan bu ana, temel tarîkatın, yine diğer konvansiyonel tarikatların aksine, çile dönemleri belli bir süre ile sınırlı olmayıp, hayat boyu devam eder.

Kollara ayrılan bu tarîkatların da, haliyle branş mürşidleri vardır. Bu tarîkat kollarının kutup, gavs ve mürşidleri, bilim ve teknolojik gelişmeler çerçevesinde, zaman zaman değişmekte, devir-teslimle, sâliklerinin ve müridlerinin gerek zikirleri, virdleri ve gerekse standartları belirlenerek tenvir edilmesi sağlanmaktadır. Ancak, geleneksel felsefî düşüncenin aksine, Tarîkat-ı Tıbbiyye’nin bütün alt kollarında, akıl ve tecrübe ışığında tartışma ve müzakere imkanı söz konusudur.

Yine, tarihin belli dönemlerinde gerek Doğuda ve gerekse Batıda, geleneksel ve inanç sistemleri ile alakalandırılan râbıta ve seyr-i sülük hiyerarşisine tabi olan bu tarîkatların, ve bunların barındığı, geliştiği ve faaliyet gösterdiği tekke ve zâviyelerin, yönetimler tarafından zaman zaman yasaklanmalarına rağmen, bir anlamda, aynı hiyerarşik ve deontolojik silsele-i merâtıba tabi olan biz hekimlerin istisnasız müntesibi olduğu Tarîkat-ı Tıbbiyye, her hâl’ü kârda herkesin ihtiyacı olabileceği korkusu ve nedeni ile kapatılmamış, yetiştirildiği ocaklar ve medreseler ilgâ edilmemiş, toplum ve devletler tarafından hep desteklenmiştir.

Benim müntesibi olduğum “Tarîkat-ı Tıbbiyye” ana yolunun, bir başka dikenli gül bahçesi olan “NÖROŞİRURJİ TARÎKATI” (Beyin, Omurilik ve Sinir Cerrahisi Tarîkatı) son yüzyılda, farklı bir tarîkat olarak ihdâs edilmiş olmasına rağmen, çok hızlı bir gelişme göstermiş, çeşitli âlimler tarafından farklı alt kollarda mürşidliği üstlenilmiştir.

Lâkin, 2000 yılında bütün dünyada “Asrın Bilim Adamı” seçilen ve bu Nöroşirurji Tarikatı’nda bir devrim yaratan, insanlığın kendisine ebediyyen medyun-u şükran olan, Hocam Prof. Dr. Mahmut Gazi YAŞARGİL, 1974 den beri, benim Tarîkatımın Gavsı ve Mürşidi olup, biz Beyin Cerrahları da, O’nun sâdık müridleriyiz!

Keşke, “Tarîkat-ı Tıbbiyye” mürid ve müntesipleri, diğer konvansiyonel tarîkat sâlikleri kadar, itibar ve iktidar sahibi ve menzili dâiresinde olabilseler!

Hoşgörünüz için teşekkür ediyorum. Bu farklı, mizâhî ve espiritüel makalemizi, mutat olduğu üzere, yayınlanmış onsekizinci kitabımız olan, dumanı üstünde, “Rubâiyyât-ı Bircis”den bir rubâi ile bitirelim.


BEYHÛDE ÇIĞLIKLAR

— — • / • — — • / • — — • / • —

(Mef’ûlü, Mefâîlü, Mefâîlü, Feûl)

Düşmandı meğer, dost diye sandıklarımız.

Aldattı bizi, uğruna yandıklarımız,

Biz böyle yanarken içimizden içeri,

Beyhûde, duyulmaz yine çığlıklarımız!

23.04.2020 11:39

Genetik araştırmalar hususunda bilim dünyası ve insanlık adına çok dikkatli olmalıyız!

Nitekim gen düzenlemeleri, istenmeyen çok tehlikeli sonuçlara da neden olabilir!

Bu makalemde, yakın bir zaman önce dünyada çok büyük yankılar uyandıran bir araştırma haberinden bahsetmek istiyorum. Çok önemli ve dikkatli olunması hususunda gerek konferanslarımda, neşrettiğim kitaplarımda gerekse katıldığım TV programlarında ehemmiyetine binaen mevzubahis ettiğim bu “Gen Düzenlemeleri” konusunun tehlikeli boyutlarını da ele almıştım.

Bildiğiniz gibi, Çinli bir bilim insanının ikiz bebeklerin genlerinin yapılarını değiştirmesi ile ilgili, ilk kez 1993 yılında bakterilerde keşfedilen “CRISPR-Cas9” isimli “Gen Düzenleme” tekniğini kullanarak araştırma yaptığı ve bunda da başarılı olduğu haberi uluslararası tıp camiasında büyük bir infiale sebebiyet vermiştir.

2015 yılında, aralarında gen düzenleme tekniğini geliştiren bilim insanlarının da bulunduğu on iki kişilik bir bilim heyeti, insan genlerinin düzenlemesi konusu ile ilgili olarak bir araya gelmiş ve bu tekniğin insanlık için çok büyük bir potansiyel olduğu ve bu hususta bilim dünyasında “İleri derecede hassasiyet ve mesuliyet duygusunun taşınması ve dikkatli olunması” ana temalı bir bildiri yayımlamıştı.

Nitekim bu mesuliyet ve ahlaki değerlere sahip olmayan birinin çıkıp, insanoğlunun genleri ile oynayarak nesiller boyu sürecek çok tehlikeli neticelere sebebiyet verebileceği korkusunu taşıyorlardı.

Zira bu korku haksız da değilmiş! Çünkü bu toplantıdan üç yıl sonra, Çin’in Guangdong eyaletinin Şıncın kentindeki üniversitede görevli bilim insanı Hı Cienkui’in, “İkiz embriyoların, insanda AIDS virüsünün vücuda girmesinde ana kapı görevini gören CCR5 genlerinin yapılarını değiştirdiğini ve ana rahmine aktararak hamileliğin sonunda genetiği değiştirilmiş ikiz kız bebek dünyaya geldiği” iddiaları bilim camiasında bomba etkisi yarattı ve haklı olarak da şiddetle kınandı.

Ayrıca, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’nden genel direktör Tedros Adhanom, Çin’de bu bilim insanının “Bebeklerin genetiğini değiştirdiği” iddiasının ardından “Gen düzenlemelerini” araştırmak amacıyla bir heyet oluşturulacağını da bildirildi.

Yine, “Açık kılavuz ilkeler” olmadan “Gen düzenlemelerinin” yapılamayacağına dikkati çeken Adhanom, etik ve sosyal güvenlik konularını kapsayan “Standart ve kılavuzların” belirlenmesi için DSÖ’nün, uzmanların yer aldığı heyet oluşturmaya karar verdiğini ifade etmiştir.

Çin’li bilim insanı Hı Cienkui, tüp bebek tedavisi gören 7 çiftin embriyolarının DNA’larında gen düzenleme yöntemiyle değişiklik yaptığını, genleriyle oynanmış ilk ikiz “Lulu”” ve “Nana” isimli kız bebeklerin dünyaya geldiğini iddia etmişti. Bilim insanı (!) Hı’nın çalışmasında, enfeksiyonları ilaçla bastırılan HIV taşıyan babaların spermlerinin laboratuvar ortamında HIV olasılığından temizlendiği, daha sonra embriyo oluşumu için tek bir spermin tek bir yumurtaya yerleştirildiği, bundan sonraki aşamada gen düzenleme yönteminin devreye sokulduğu belirtilmişti. Bu haberin ne kadar doğru olduğu bilinmemektedir!

Nitekim insanda AIDS virüsünün vücuda girmesinde ana kapı görevini gören “CCR5 geni” olduğu bilinmektedir. Bu kapı ortadan kaldırılınca bu ihtimal de elimine edilmiş olmaktadır. Lakin daha önce yapılan deneylerde, istek dışı kansere kapılar oluşturmuş bu “Cas9 enzimi”nin başka dirençleri yıkarak bazı hastalık kapılarını da açtığı bilimsel olarak bildirilmiştir.

Gerekli tıbbî ve etik müsaadeleri almadan deneyi yapan doktorun savunmasında, bu genetik müdahalesinin sebebinin, ikizlerin babalarında AIDS olduğu ve çocukları bu hastalığa karşı dirençli hâle getirmek gayesi güttüğü idi.

Bu girişimi izinsiz yaptığı gerekçesi ile de doktorun üniversiteden atıldığı ve Guangdong Eyalet Sağlık Komisyonunun, uluslararası düzeyde bir bilim insanları kurulunca soruşturmaya tabi tutulduğu haberleri yayıldı!

Bu vesile ile bu “CRISPR-Cas9” tekniği hususunda kısa bir ilmi açıklama yapacak olursak; bu metoddaki “Cas9” isimli enzim, virüs DNA’sını makas gibi kesip onu etkisiz hâle getirir.

İnsanlık yararına kullanıldığında çok faydalı sayılabilecek bu girişim, kullanım itibarıyla da kolay bir yöntemdir.

Ancak, DNA tamiri esnasında hâliyle genin orijinal dizilimi de bozulmuş ve normal fonksiyonunu kaybetmiş de oluyor.

Ayrıca bu enzim, sadece hedef gen dışında başka genlere de etki edebilmekte ve daha farklı tehlikeli sonuçlara neden olabilmektedir! Şayet bu “Cas9 enzimi”, tümör oluşumunu engelleyen genlerin de yapısını bozarsa varın düşünün felaketi...

Yıllar önce, Fransa’da gen tedavisi uygulanan çocukların çoğunda kanser ortaya çıktığını ve bu nedenle de bu araştırmaların bir süre askıya alındığını bilimsel literatürden öğrenmemiş miydik!

Bu tehlike, “Cas9 enzimi” tekniği için de söz konusudur. Vücudun diğer hücrelerinin DNA’sında yapılan değişikliklerinin aksine, eşey (sperm ve ovum) hücrelerindeki değişiklik, insan türünün DNA’sını ve üreme gen havuzunu değiştirir ve dolayısıyla nesiller boyu ilelebet devam edecek çok tehlikeli hastalıkların ortaya çıkmasına neden olacaktır. Bunun hesabını kim verebilir!

Dikkat! Yüz bin kere dikkat! Zira kaş yaparken göz çıkartmayalım!

“Yeni bir insan ırkının” ayak sesleri olan “Tasarım Bebekler” tehlikesi de cabası...

Biliyorum, kısmen bilimsel bir yazı oldu. Ama arada bir böyle scientific (!) makaleler de yazmak gerek!

Rubaimizle nefeslenelim...

TEK CAN UÇALIM

— — • / • — — • / • — — • / • —

(Mef’ûlü, Mefâîlü, Mefâîlü, Feûl)

Aşk meclisi, meşk meclisi hemcan olacak!

Leylâ gibi hep hûrileşen can olacak.

At tülleri, gir koynuma, örtün geceyi,

Bak, gör! Bizi tek can uçuran an olacak!

20.04.2020 09:15

Bedelli askerliğin devamlı hâle gelmesi hususundaki çalışmaların gün yüzüne çıkmasından sonra, yetkililerce (!), özellikle bazı Vakıf Üniversitelerine yüksek lisans (!) yapmak gayesi ile müracaat eden adayların sayısı %90 (Yazı ile yüzde doksan) oranında azaldığından, “Yandım Allah!” dercesine şikâyet edildiği haberleri, bu programların tekrar ciddiyetle gözden geçirilmesi gerektiği hususunu gündeme getirmiştir.

Yüksek Lisans Programları, özellikle bilim insanı yetiştirme çerçevesinde, “Olmazsa olmaz” merhalesi sayılan “Doktora”ya başlayabilmek için çok ehemmiyet arz eden bir akademik basamaktır.

Bilimsel ciddiyetten asla taviz verilmeden sürdürülmesi gereken bu programlarda zaman zaman suistimaller yapıldığı, özellikle ticari gaye ile açılan ve faaliyet sürdüren bazı eğitim ve öğretim kurumlarında (!) tezlerinin (!) bile ücret karşılığı, ter dökmeden, hayalî mülahazalarla, özel tez bürolarınca yazıldığı, ders hocalarının yetersizliği, derslere iştirak ve devamlılık konularında birçok şayianın kol gezdiği akl-ı selim sahiplerince duyulmakta, dikkate alınmakta, ilim adına şikâyet edilmekte ve istikbal için de endişeler serd edilmekteydi. Bu haberlerle ilgili olarak zaman zaman medya organlarında da tartışmalara rastlanıyordu.

Bu bilimsel husus benim de birçok makaleme, konferansıma ve televizyon programıma konu olmuş, kitaplarımda dile getirilmiştir. Sadece, “http://www.yuksekogretim.org/Port_Doc/YOD_2014002/YOD_2014002002.pdf” adresli makalem bile, şahsen duyduğum ıstırabı ifşa etmekte ve genel çözüm yollarını işaret etmektedir. Lâkin “Kellim Kellim, Lâ Yenfaa”... (Konuş Konuş! Fayda Yok!).

Esas gayesi ve düşüncesi, “Bilim insanı olmak için yola çıkmak” ilkesinden ziyade; askerlikten tecil alabilmek, kaytarmak/kaçmak (!) amacıyla, özellikle bazı vakıf üniversitelerini (!) kullanan, her nasılsa bir diplomaya (!) sahip olmuş, kendini uyanık sanan şark kurnazı bazı öğrencilere (!) “Bedelli Askerliğin Devamlı Hâle Gelmesi” haberi ile yeni bir gün doğmuş oldu. Bu haber, çok şükür ki bilim adına sevindiricidir!

Ancak, bu haber, aynı zamanda mevzubahis olan yolla “Tencere-kapak” uyumu ile kazanç temin eden ve bu programları gelir kapısı olarak gören bazı kurum ve kuruluşların (!) medya organlarında nasırlarına basılmış gibi feryatlarına da sebep olmuştur.

Yüksek Lisans ve Doktora Programları bir tarafa, bazı durumlarda doçentlik ve profesörlük payelerinin bile tartışma götürür bir şekilde tevdi (!) edilmesi, tabela üniversitelerine (!) izin verilmesi, bu kurumların gerekli takip ve kontrollerinin yeterli seviyede yapılamaması, bilimsellik açısından zihinlerde tereddütlere sebebiyet vermekte, ilmi muhtariyet ve istikbalimiz açısından endişelere yol açmaktayken, benim de dert ettiğim şeye bak! “Kel Başa, Şimşir Tarak!”

Ya tıp fakültelerinin durumu... Açtırmayın bana kutuyu!

Bütün bunlardan dolayı, en küçüğünden en büyük makama varıncaya kadar, mesuliyet duygusuna sahip bütün yetkililerin ve sorumluların itina ile tekraren konuya eğilmeleri, bu programları yeniden gözden geçirmeleri ve çözüm üretmeleri düşüncesi ile bu satırları kaleme aldım.


“Cehalet tahsil etmekten” kurtulabilmek için ben, bana düşeni mütemadiyen yapmaktayım. Gerisi ilgili makamlara kalmış!

Bu vesile ile Vermesi Gerekenlerin Veremediği Fetvaları, Aforizmal Olarak Ben Burada Veriyorum!

“Hak etmediği hâlde torpil yapmak da yaptırmak da haramdır.

Rüşvet almak da vermek de haramdır.

Hak, liyakat ve ehliyet olmadan atamak da atanmak da haramdır.

Haksızlık yapmak da yaptırmak da görmezden gelmek de haramdır.

Hak yemek de yedirmek de haramdır.

Haksızlıkla kazanılan her şey, kanuni de olsa haramdır.

Kamu malının zerresi dahi, şahıslara haramdır.

Haksızlığa karşı üstüne düşeni yapmamak haramdır.

Haram olduğunu bile bile kılf aramak (Hîle-i Şer’iyye) haramdır.

Velhasıl, haram olan her şey, HARAMDIR!”

Makalemizi “Rubâiyyât-ı Bircis”ten (İsmail Hakkı Aydın, Rubâiyyât-ı Bircis, Girdap Kitap, İstanbul, 2018) bir Divan Şiiri ile bitirelim.

VÎRÂNEMİZ KALDI

• — — —/• — — —/• — — —/• — — —

(Mefâîlün Mefâîlün Mefâîlün Mefâîlün)

Gözümden sır olup gittin, kırık peymânemiz kaldı!

Ne gül, gülşen, ne bülbül var, yıkık meyhânemiz kaldı!

Yakıp yıktın, bıraktın bâğı, kor âteş misin zâlim,

Talan eylendi mülküm hep, küçük vîrânemiz kaldı!

16.04.2020 09:40

Dr. Alexis Carrel’i hatırlattı size değil mi! “İnsan Denen Meçhul”...

İnsanı “İNSAN” yapan bütün felsefi zenginliğin panenteistik, estetik ve armonik kaos ve metamorfoz ahenginin kaynağı, sonsuz güç ve hafıza kapasitesine sahip olan müstesna bir organ, hayal ve hakikat fırtınalarının hüküm sürdüğü umman, “BEYİN”!

BEYİN; uzaydan daha geniş ve daha kapasiteli bir EVREN!

Beyinle geçen bir değil, bin ömür bile, beyni anlamaya kâfi değil!

Beyin, dipsiz kuyu…

Tek bir sırrının çözülebilmesindeki bir küçük adımla bile, “Yapay Zekâ”ya kapı aralayabildiğimiz, mecburiyetimizin ve mesuliyetimizin yegâne sebebi olan “Beyin”; hep meçhul, hep esrarlı, hep sürükleyici...

En büyük nimet mertebesindeki beyin bir donanım, en büyük servet olan akıl ise bir yazılım, zekâ da bu muazzam yapının işletim sistemidir. Mahşerde, kanaatimce, yeterince kullanıp kullanmadığımız hususunda sorgulanacağımız bir zenginlik, kâinatın sırrının içinde saklandığı “Beyin”...

Bilgi depolamaktan ziyade, âlemin refahına katkı sağlamak için bilgi üretmek ve problemlere çareler bulmakla mükellef BEYİN.

Yıllarımı harcadım, ömrümü verdim, on binlerce ameliyat yaptım çare diye, nice beyinlere dokundum, kafa yordum, en güzel çağımı harcadım bu muhteşem yapının sırrına vakıf olmak, öğrenmek ve öğretmek için. Ama ne fayda... Her çözdüğümü zannettiğim sır, her açılan kapı, bir başka meçhulün bin bir kilitle korunmuş, bir çözümsüz Baki sırrın sırrı ile sırlanmış bir başka esrarengiz kapısına çıkıyor!

Bu tanrısal parçacıkların oluşturduğu meçhuller diyarının hikmet, basiret, feraset, servet, kuvvet, hasret, gayret, cesaret, fazilet, zarafet, adalet, hayret, nusret, meşveret, hazakat, hamiyet, dirayet ve merhamet sıfatları ile mücehhez ve müzeyyen labirentinde kaybolmamak, yolunu şaşırmamak, haddini bilmemek ve “BEN”ini yitirmemek ne mümkün...

M.Ö. Urla’lı Anaxagoras, “ŞEY” kavramının ulviliğini, “Her şeyde, her şeyden bir parça vardır!” diyerek ifade etmemiş miydi? Sokrat, Eflatun, Aristo hep bu ıstırabı yaşamamış mıydı? İbn-i Sina’nın hayret çığlıkları hâlâ kulaklarımızda... Gazali, Numan bin Sabit, Nesefî, İbni Rüşt, İbni Haldun, Birûni... Hangi birini zikir edeyim! Leibniz’in “Monadlar Teorisi”ni mi? 18. yüzyılda yaşamış olan Fransız bilim adamı Jean B. J. Fourier’in matematiksel hesaplama yöntemi çok büyük bir adım olmuştu, bu muamma organı anlayabilmek için.

Tam da Cajal, “Tamam, işte bu!” diye bize çizip gösterdiği “Nöron” ile ‘bu sır çözüldü” derken, Brodmann duruma müdahale etmedi mi?

1947 yılında Nobel Ödülü’nü kazanan Dennis Gabor, Karl Lashley, Wilder Penfield, Karl Pribram ve niceleri... Ya beyin cerrahisinin tarihini değiştiren ve çağ atlatan, nöröşirurji tarikatımın kutbu ve şeyhi, ileri yaşına rağmen fikirleri ile hâlâ yolumuzu aydınlatan anıt adam, Hocam Yaşargil... Ne kadar ter döktüler bu beyni anlayabilmek ve anlatabilmek için! Bu uğurda dökülen ter, ummanlara nal toplatır! Esamesi okunsun diye İsmail Hakkı da kendine pay çıkarma peşinde...

Daha birkaç yıl evvel yazdığım kitaplarımdaki klasik zannettiğim bilgileri bile yenilerinde değiştirmek zorunda olduğumun farkında olmam, bu muhteşem yapının karşısındaki acziyetimin, daha doğrusu fani insanın kifayetsizliğinin ifadesidir.

Zira bir beyni tam olarak çözebilmek, sırrına vakıf olabilmek, onu hakkıyla anlayabilmek, ondan daha muhteşem bir beyne sahip olmakla mümkündür! O da Âdemde ne arar...

Beyin; aksonu omurilik, kranial sinirleri dendritler olan, mikrokozmik kollektif bir nörondur! Her Biri Farklı Bir Beyin Gibi Çalışan Yüz Milyar Kutsal Nöronun, Kollektif Yapılanması...

Mazimizin ayak izleri ve hatırası, atimizin işaret levhaları ve meşalesi beyin; Hiçbir Fani Bilim ve Teknolojinin Üretemeyeceği bir Kompitür!

Kafamız o kadar çok karışmalı ki yorulmak, dinlenmek bilmeyen beynimiz yeni bilgi üretmekten dinlenmeye fırsat bulamasın, biz de onu israf etmekten imtina edelim.

Beynimizin nefes almasına hiç fırsat vermeyelim ki nefes alabilelim! Nefeslenebilelim. Âlem için, Âdem ve nefes olabilelim.

En önemlisi de “Hesap Günü”ndeki imtihandan alnımızın akıyla çıkabilelim!

İşte rubaimiz.

TÂZE BAHÂR

— — • / • — — • / • — — • / • —

(Mef’ûlü, Mefâîlü, Mefâîlü, Feûl)

Gölgem, tepeden tırnağa Sen. Sevgili Yâr!

Cezbende senin, rûhu saran mûcize var!

Sihrin yeni bir iklime gönderdi beni,

Sen, güz günü gönlümde açan tâze bahâr!

10.04.2020 12:05

İnsanların hayatlarında ilkler hiç unutulmaz ve hep ilginç bulunmuştur. Hele cerrah isen ve hatta beyin cerrahı isen asla...

Ben de kendi hayatımla ilgili olarak birçok hususu, daha önce neşredilen “BİR BEYİN CERRAHININ ANILARI” (Girdap Kitap, İstanbul, 2017) isimli kitabımda, mümkün olduğu nispette kısmen ifade etmiştim. Ancak; çok ilginç, sıra dışı ve hatta kendi açımdan bile hayretamiz olan yaptığım ilk ameliyatım (!) bazı televizyon programlarında söz konusu olunca ve çok ilgi çekince, özellikle gençlerin beyinlerinde bir ışık yakabilmek adına burada detaylandırmak istiyorum.

İlkokul birinci sınıf öğretmenim Sayın Murat Özdemir’in beyninde bir tümörün olduğu ve bu ameliyatı yapacak bir beyin cerrahının o vakit Türkiye’de bulunmadığı (!) haberini duyunca, “Asrın İmam-ı Azam’ı”(!) olacağım idealleri ve hayalleri ile beş yaşında, Trabzon Maçka’da Kaynarca (Limli) köyünde okula başlatılan ben, bu hedefi bir kenara itip bir an önce “Beyin cerrahı” olmaya ve Murat muallimimi (öğretmenimi) ameliyat edip (!) kurtarmaya karar verdim!

Ancak, beyin cerrahlığı için öncelikle doktor olmak gerekliliğinin bile farkında olmadığım bu yaşta, bir ameliyat ve hatta beyin ameliyatı acaba nasıl yapılır diye etrafı gözlemlemem ve ilk fırsatta böyle bir ameliyat için prova yapmam (!) icap ettiğinin bilincindeydim!

Bahçemizde bir komşunun tavuğunu yakalayıp başını kesmeye (!) çalışırken, kanın üzerime sıçraması ve tavuğun çırpınması sonucu hastayı (!) elimden kaçırdım. Tavuk çok fazla uzağa gidemeden kan kaybından (!) öldü! Başarısız bir deneme oldu bu benim için. Annemden yediğim sopa da cabası... Ama başarmalıydım!

Gerçi daha sonra öğretmenim ameliyat olmuş, çok şükür iyi huylu bir tümör (Menengiom) olduğu anlaşılmıştı ama ben de başarılı bir operasyon için en azından vakayı (!) hareketsiz tutabilmek gayesi ile bir yardımcıya (asistana) ihtiyaç olduğunu öğrenmiştim. Yaşayarak öğrenmek de işte böyle bir şey!

Ertesi yıl, hayatımı şekillendiren ve yönlendiren, adını bana emanet eden, izanımı, irfanımı, bilgimi ve muhakememi elinde büyüten hocam, dedem Hacı Hafız İsmail Hakkı Efendi, kaydımı Maçka Merkez İlkokuluna aldırarak, eğitimime kendi yanında ve kontrolünde devam etmemi sağladı. Benim cerrahi ihtiras, arzu ve heyecanım ise artarak devam ediyordu. Bu hususta yine de “Gayeye matuf” gözüme kestirdiğim farklı hayvanlar açısından, ufak tefek vukuatlarım oluyordu!

Bir gün Maçka’daki komşumuz fırıncı Salih (Aytaç) amcanın hanımı İlve (Ulviye) teyzenin, bahçede tavuğunun yorgan iğnesi yuttuğunu ve iğnenin hayvanın kursağında olduğunu söyleyerek benden yardım istemesi, bana başarılı bir ameliyat yapmamın ilk kapısını açmıştı! Hiçbir komplikasyon düşünmeden hemen “Ben tecrübeli cerrahım, hallederim!” havalarında, kendisinden bir jilet getirmesini ve tavuğu sıkıca kucağında tutmasını istedim. Sonra, İlve teyzenin asistanlığında (!) tavuğun kursağını jiletle yararak ameliyata (!) başladım! Kursaktaki taşları boşalttım, ucunda on-on beş cm uzunluğunda ipliği olan iğneyi çıkarttım. Kesi yerini, ameliyat masraflarını azaltmak amacı (!) ile aynı iğne ve ipliği kullanarak, yorgan diker gibi diktim ve operasyona son verdim! Tavuk iyileşti. Her gün yumurta payım gelmeye başlayınca meslekteki ilk hediyemi de almış ve cerrahlığın bu dayanılmaz hazzını ve havasını da tatmış oldum! Artık hiç kimse beni yolumdan çeviremeyecekti! Nitekim altı yaşında yaptığım bu ameliyat (!) tam bir “Beyin ameliyatı’ olmasa da beyne yakın bir bölgede icra edilmesi hasebiyle artık Maçka’da tanınmış, “namı yürüyen” başarılı (!) ve ünlü bir cerrah(!)tım...

Yıllar sonra, hayatın garip bir tesadüf ve tecellisi, ilk asistanım (!) İlve teyzenin torunu Prof. Dr. Çetin Refik Kayaoğlu, üniversitede, tıp fakültesinde, nöroşirürji ana bilim dalında benim öğrencim ve asistanım olacak, disiplinim altında, akademik kariyerinin bütün aşamalarını geçerek beyin cerrahisi alanında profesörlüğe kadar yükselecek ve daha sonra emekli olarak meslek hayatını idame ettirecekti!

Gerek ilk asistanım İlve teyzeyi ve eşi Salih amcayı rahmetle anıyor, Murat Özdemir öğretmenime sağlıklı uzun bir ömür temenni ediyorum.

Aforizmalar ve rubaimizle bu mazi esintili makalemizi bitirelim.

1. Nöroşirurjikal aforizma!

Glial tümörlerle yeterince baş edemememizin esas sebebi, hep hedeflerinde glioblastom ve daha sonra da gliosarkom olabilme hayali ile kollektif gayret göstermeleridir!

2. Beyin, tanrısal bir parçacık!

Hiçbir fani bilim ve teknolojinin üretemeyeceği bir kompitür!

3. Beyin; her biri farklı bir beyin gibi çalışan yüz milyar kutsal nöronun, kollektif yapılanmasıdır.

AKREBİN ZEHRİNDE DERMAN

— • — — /— • — — /— • — — /— • —

(Fâilâtün, Fâilâtün, Fâilâtün, Fâilün)

Ey gönül! Fark eyle, her bir canda, cânan gizlidir.

Canlı cansız her ne varsa, Hakk’a îman gizlidir.

Sanma! Rabbim hikmetinden boş yaratmış Âlemi,

Akrebin zehrinde, binbir derde derman gizlidir.

03.04.2020 12:02

Kuantum fiziğinin hayatımıza girmesi çok şeyi değiştirdi; çok daha fazla şeylere, hatta hayalimize sığmayacak derecede bir boyut getirdi.

Kâinatın holistik yapılanma düşüncesi; Anaxagoras, Leibniz, Hasselberg, Schrodinger, Pribram... çizgisinden yeni bir felsefi açı kazandırmış, bu çerçevede de yakın bir zaman önce Holistik Akademi’de “Yapay Zekâ ve İnsanlığın Geleceği. Beyin Tanrısal Bir Parçacık!” başlıklı bir interaktif konferans (https://www.youtube.com/watch?v=It81Xdcgh2o) vermiştim.

Çok ses getirmişti. Bu esnada Can Hikmet Değirmenci ile birlikte hazırlamakta olduğumuz, “Beynin Sıra Dışılığı” merkezli yeni kitabımız için isim arayışında idik. Bu yeni kitabımız için, “BEYİN TANRISAL BİR PARÇACIK” adının çok münasip olacağına karar verdik.

Bu çerçevede tekrar gözden geçirilerek, her zaman kaprisime (!) katlanan Girdap Kitap Genel Yayın Yönetmeni Muhterem kardeşim Muttalip Asılı Bey’in teşvik ve desteği, sevgili editörümüz Gamze Dokumacı’nın titiz redaktörlüğü, bu kitabı kısa bir sürede okuyucuları ile buluşturmuştur.

Diğer taraftan, yıllar önce Hayy Kitap’tan yayımlanan ve kısa sürede tükenen, “RABBİM BENİ DOKTORLARDAN KORU!” isimli kitabım da yine yeniden gözden geçirilmiş ve Girdap Kitap yayını olarak neşr edilerek, kitap satılan her yerde raflardaki yerini almıştır.

İronik isme sahip olan bu kitap ilk yayımlandığı zaman, kitabı okumayıp sadece kapağındaki isme bakanlar tarafından çok eleştiri almış, “Mal bulmuş mağribi” gibi “Veryansın!” etmişlerdi!

Okuyan bir toplum olamadığımız sebebi ile bazı kinayeli suçlamalara da muhatap olmuştum. Hâlbuki bu hususta birçok televizyona konuk olmuş, hekimlerin haklarını savunmuş, maruz kaldıkları haksızlıkları dile getirmiş ve çözüm yollarını göstermiştim.

Hâlen de her fırsatta, her ortamda meslektaşlarımızın sesi olmaya devam etmekteyim. Zaten kitapta yer alan bütün makaleler de on yılı aşkın bir süredir Medimagazin’de “Nöroflozofi Köşem”de yayınlana gelmekte ve ana konularının ekseriyetle hekim meslektaşlarımızın problemleri, çektiği sıkıntıları ve çözüm önerilerini ihtiva ediyordu.

Tıp fakültesine ilk adımımı attığım günden itibaren geçen yarım asra yakın bir zaman dilimi, çekilen zorluklar sebebi ile evveliyatına rahmet okutur bir süreç olarak, her an zihnimde yaşanmakta olsa da yaşanan her sıkıntıya, dökülen bunca tere rağmen tek bir hastamın şifa bulmasının verdiği haz ve huzuru hiçbir yerde bulamadım.

Hekimlik ve hocalık hayatım; hep daha iyiye ulaşmak, daha iyi bir tedavi ve ameliyat yöntemi bulmak, insanlığa, kâinata ve hayata katkı sağlayan bir şeyler bırakmak, daha iyi hekimler ve hocalar yetiştirmek ve tecrübelerimi yazdığım kitaplarla paylaşmak, kuşaklara aktarmak için zevk ve heyecanla gayret ettim ve ediyorum. Bu sevda hep benim başımı döndürmüştür ve bu sevda ile terim kurumadan, görevini hakkıyla yapmış olmanın mutluluğu ve mutmainliği ile ayakta vereceğim son nefesimin peşindeyim!

Nöroşirurji mesleğimin dışında yazdığım yirminci kitabım olan, “Beyin Tanrısal bir Parçacık” ve yeni baskısı ile “Rabbim Beni Doktorlardan Koru!” isimli kitaplarımızın okuyucularımızla buluşması için, diğer yayımlanan birçok eserlerimizde olduğu gibi hiçbir fedakârlıktan çekinmeyen Genel Yayın Yönetmenim Muttalip Asılı Bey’e, editörüm Gamze Dokumacı Hanımefendiye, Girdap Kitap çalışanlarına ve başta Dr. İbrahim Ersoy olmak üzere bütün Medimagazin Ailesine şükranlarımı sunuyorum.

Konu ile müterafık yazdığım birkaç aforizma ve rubai ile makalemizi sonlandıralım!

1. Beyin; hiçbir fani bilim ve teknolojinin üretemeyeceği bir kompitür!

2. Yarım asra yakın meslek hayatımda, hastalıklara da şükür etmemenin nankörlük olduğunu öğrendim!

3. Glial tümörlerle yeterince baş edemememizin esas sebebi, hep hedeflerinde glioblastom ve daha sonra da gliosarkom olabilme hayali ile kolektif gayret göstermeleridir!

4. Bilim yolunda bilinmeyen, meşalemizdir!

5. Newton, dünyanın “elma”ya uyguladığı kütle çekiminden ziyade, çok daha önemli olan, meyvenin meydana gelmesindeki bilmeceyi çözmeye kafa yormuş olsaydı, bugün “Holistik kâinatta” “Kuantum seyahatleri” yapıyor olacaktık!

6. Felsefe olmadan bilim, bilim olmadan teknoloji olmaz!

7. Yorgunluğum hayalinle dinlenir!

8. Öğrenmek çok güzel. Muhteşem! Öğretmek ise bambaşka. En büyük haz!

9. Her hekim ve her cerrah, her hastası için gerekli tetkik, teşhis, tıbbi veya cerrahi tedavi kararı verirken, hastasının yerine mutlaka kendisini koymalıdır!

10. Kafamız o kadar çok karışmalı ki beynimiz yeni bilgi üretmekten dinlenmeye fırsat bulamasın!

GEÇER

— — • / • — — • / • — — • / • —

(Mef’ûlü, Mefâîlü, Mefâîlü, Feûl)

Dert etme! Bu Âlem de, bu hüsrân da geçer.

Gül devri de, ağyâr da, bu devrân da geçer.

Hicrânla hayâtın sonu yoktur, süremez,

Bâkî kalamaz, cân ile cânân da geçer.

01.04.2020 11:46

Hırsızın olmadığı yer mi var bu âlemde ki “Üniversitede Hırsız var!” diyorum ben de... Biliyorum başlık biraz sert olmuş, farkındayım. “Akademik Hırsızlık!” diye de bir başlık atabilirdim. Ama bilim dünyası “İntihal” ismini kullanarak zaten yeterince yumuşatmıştır bu hadiseyi.

Bilimin esası olan akademik güvene büyük zararı veren bu, “Akademik Yazım İhlalleri ve İntihaller” hususunu çoktan beridir yazmak istiyordum. Lakin gündemin çok hızlı değişmesi ve benim de bu güncel konulara temas etme arzum, bu makalenin kaleme alınmasını geciktirdi.

Son zamanlarda, konu ile ilgili sosyal medya hesaplarında ve haber bültenlerinde, konunun tekrar gündeme gelmesi bu yazının yazılmasını farz kılmıştır. “İstanbul Sosyoloji”nin tweetlerinden alıntılar yaptığımın da (referansını) bilgisini burada veriyorum. Nitekim bunu yapmazsam ben de “Hırsızlık” yapmış olurum.

Collins Concise Dictionary (1998)’de aşırmacılık; Latincedeki yağmalamak, kaçırmak anlamına gelen “Plagiarus” ve “Plagium” kelimelerinden türemiş olup, “Çalma eylemi” olarak ifade edilmektedir. Stephans’a göre (2009), “Aşırmak fiili başka bir çalışmadan veya yazardan alarak kendine mal etmek olarak tanımlanmıştır.”

Belki biraz sıkıcı olacak ama “İstanbul Sosyoloji” mahreçli özet bilgileri paylaşmak istiyorum.

“Aşırmacılık kendisini sessizce, ince bir şekilde hazırlanmış ve tanınmayacak şekilde belli etmektedir. Akademik yazım ihlalleri birçok farklı şekilde kasıtlı veya kasıtsız olarak yapılabilmektedir. Bir metne kaynak göstermeden başkasının çalışmasını kendisininmiş gibi başka sözcüklerle anlatma olarak karşımıza çıkan “Paraphrasing” bunlardan birisidir. Yama Yazım (Patchwriting) ise çeşitli çalışmaları referans gösterme kurallarına önem vermeksizin, özgün bir değer katmadan kendi çalışmanız gibi bir araya getirme şeklindedir.

Başka sözcüklerle anlatma (Paraphrasing) ve Yama Yazım (Patchwriting), teknoloji yardımıyla kolayca tespit edilebilmektedir. Akademik Dilimleme (Slicing) ise yayınları parça parça yayımlama şeklindedir. Araştırma bir bütün olarak değil de parça parça yayımlanmaktadır.

Bu durum niceliksel olarak bir artışı gösterse de niteliksel bir düşüşe yol açmaktadır. Çift/Eşbasım veya Aynı Basım (Duplikasyon) ise benzer/eş çalışmanın farklı platformlarda tekrar yayımlanması şeklindedir. Konferans bildirilerinin akademik metin olarak yayımı etik bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır.

Yayınlarınıza referans vermeksizin daha önceki çalışmalarınızdan blok şekilde veya kısmen alıntı yapmanız da kendini intihal (Self-plagiarism) olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu çoğunlukla göz ardı edilen bir durum olup, akademi tarafından hoş görülmeyen bir faaliyettir.

Akademi takım çalışmasını, çok yazarlılığı ve disiplinler arasılığı teşvik etmesine rağmen bu durum suistimal edilebilmektedir. Yapılan çalışmalar yayımlanırken, araya kayda değer katkısı olmayan başka yazarlar da eklenebilmektedir.

Hayali/sözde yazarlık durumunda, çalışmada yazar olarak görünen kişilerin sayısı çalışmada emeği olanlardan daha fazla olabilmektedir. Bu durum akademik profil incelemelerinde komisyonlarca tespit edilebilmektedir. Uydurma, yalan ve sahte veri üretmek (Fabrication) ise kişilerin hiç araştırma yapmaksızın veri uydurması şeklinde karşımıza çıkmaktadır.

2005 yılında uydurma veri ile kurgulanmış ve “Science” dergisinde yayımlanmış bir makale, daha sonra ifşa olması ile geri çekilmesine rağmen, farklı internet ortamlarındaki mevcudiyeti ile hâlen atıf almaya devam etmektedir. Hatta öyle ki “Web of Science” üzerinde almış olduğu yaklaşık 450 atıfın yarısına yakın kısmı ifşa tarihinden sonra çıkarılan yayınlarca verilen atıflardır.

Bu örnek, bilime verilen zararın giderilmesinin ne kadar güç olduğunu göstermektedir. Belirtilen yayın hâlen gerçek bir araştırmaymış gibi okunmaya devam etmektedir(theguardian.com/science/2005/d…). Tahrif (Falsification) faaliyetinde ise araştırmacılar, araştırma verilerini manipüle ederek kendi çıkarlarına uygun olarak kullanmaktadırlar.

Burada çıkar hususu günümüz dünyasında daha da güçlenmiştir. Aşırmacılığa çok çeşitli sebeplerle başvurulsa da bu durumun seneler sonra da olsa ortaya çıkma ihtimali vardır. Gelişen teknoloji yardımıyla da bu ihtimal giderek yükselmektedir.

Son dönemlerde akademik üretimlerde yükselen intihal oranlarını önlemeye yönelik girişimler önem kazanmaktadır. Bunu önlemek, üniversitelerde akademik yazım ve etik konularının öne çıkarılmasından ve yaptırımların güçlendirilmesinden geçmektedir.”

İşte size, başımdan geçen uluslararası ibretlik bir örnek!

Yaklaşık otuz yıl evvel, benim geliştirdiğim bir ameliyat yönteminin neşr edilmesi için gönderdiğim uluslararası çok meşhur bir mecmuanın hakemlerinden birinin, çeşitli bahanelerle benden ameliyat videosu dâhil daha detaylı malumat ve doküman istemesi sonucu uzun bir süre yayımlanmasını geciktirmiş, daha sonra bir Dünya Beyin Cerrahisi Kongresi’nde karşılaştığım ilgili Nöroşirürji dergisinin baş editörü (Allah dinince muamele eylesin, toprağı bol olsun) beni uyararak, istenilen teferruatlı cerrahi metodun bilgilerini, art niyetli olabileceği ihtimali sebebi ile o hakeme göndermememi ikaz ederek, makalemi bir sonraki sayıda yayımlayacağını ifade etmişti.

Nitekim yurda döner dönmez yazının ismimle neşre kabul edildiği haberini almış ve hemen akabinden de makalemi ihtiva eden bilimsel dergi matbu olarak elime ulaşmıştı.

Böylece, daha sonra birçok bilimsel makaleye ve kitaba kaynak teşkil eden bu araştırmamızı, birilerinin gâvur (!) dediği bir tecrübeli editörün dikkati sayesinde kurtarmış olduk. Tuzağına düşmediğimi/düşürülmediğimi fark eden o ecnebi hakem (!), dünyanın neresinde karşılaşırsak karşılaşalım hâlâ beni görünce kaçacak delik, bakacak başka yer arar!

İntihal akademik eserlerde olabileceği gibi edebî eserlerde de esinlenmenin ötesinde bir aşırma olarak karşımıza çıkabilmektedir. The Outline of History (HG Wells), The Waste Land (TS Eliot), Roots (A Haley) ve The Wild Blue (S Ambrose), bu meşhur intihallere örnek edebi eserlerdir! Türkçe olanlar mı? Saymakla bitmez!

“Üniversitede Hırsız Var”mış!

Ne üniversitesi! Nerede yok ki...

Her yerde var mı?

Biz rubaimizi paylaşalım.

(İsmâil Hakkı Aydın, Rubâiyyât-i Bircis, Girdap Kitap, İstanbul, 2018)

SON DÜĞÜM

— — • / • — — • / • — — • / • —

(Mef’ûlü, Mefâîlü, Mefâîlü, Feûl)

Fânî ömürün başladı yaprak dökümü,

Îzâh edemem ağlayarak güldüğümü,

Hep sâniyeler tam tükenince, acaba,

Kim bağlayacak bilmiyorum son düğümü.

27.03.2020 12:56

Daha önce yazdığımız gibi, meçhul bir Beyin, “BEYİN DENEN MEÇHUL”…!!!

“İnsanı İNSAN yapan bütün felsefi zenginliğin panenteistik, estetik ve armonik kaos ve metamorfoz ahenginin kaynağı, sonsuz güç ve hafıza kapasitesine sahip olan müstesna bir organ, hayal ve hakikat fırtınalarının hüküm sürdüğü umman, “BEYİN”!

BEYİN; uzaydan daha geniş ve daha kapasiteli bir EVREN!
Beyinle geçen bir değil, bin ömür bile, beyni anlamaya kâfi değil!

Sırlarını çözdükçe ya da çözmedikçe, nasıl çalıştığını veya çalışmadığını daha iyi anladığımız, yahut anladığımızı zannettiğimiz ve sürekli git gide hayranlığımızın arttığı “Tanrısal bir Parçacık”, BEYİN!

Duygularımızı ve davranışlarımızı, tamamen sağlıklı olması durumunda, sayesinde kontrol altında tutabileceğimiz bir organdır Beyin!

Yüzümüzü, duygularımızın bir penceresi gibi kullanan Beyin!

Tüm keşiflerin, yeniliklerin ve yaratıcılıkların metamorfotik çalkantılar yaşandığı ve akabinde istikbale ve hayata ışık tutan icatların mayalanarak olgunlaştığı ve Kainata sunulduğu, tüm hafızamızın, bilgilerimizin ve tecrübelerimizin depolandığı ve muhafaza edildiği, kaderimizin ve muhtemelen ruhumuzun da saklandığı mukaddes bir mücevherdir Beyin!
Beyin, dipsiz kuyu…

Descartes’in ifadesi ile, “Cogito Ergo Sum”(Düşünüyorum. O halde varım!), beni(bizi) “BEN”(biz) ve “Hakikat” yapan “BEYİN”!

Tek bir sırrının çözülebilmesindeki bir küçük adımla bile, “Yapay Zekâ”ya kapı aralayabildiğimiz, mecburiyetimizin ve mesuliyetimizin yegâne sebebi olan “Beyin”; hep meçhul, hep esrarlı, hep sürükleyici...

En büyük nimet mertebesindeki beyin bir donanım, en büyük servet olan akıl ise bir yazılım, zekâ da bu muazzam yapının işletim sistemidir. Mahşerde, kanaatimce, yeterince kullanıp kullanmadığımız hususunda sorgulanacağımız bir zenginlik, kâinatın sırrının içinde saklandığı “Beyin”...
Bilgi depolamaktan ziyade, âlemin refahına katkı sağlamak için bilgi üretmek ve problemlere çareler bulmakla mükellef BEYİN.

Yıllarımı harcadım, ömrümü verdim, on binlerce ameliyat yaptım çare diye, nice beyinlere dokundum, kafa yordum, en güzel çağımı harcadım bu muhteşem yapının sırrına vakıf olmak, öğrenmek ve öğretmek için. Ama ne fayda... Her çözdüğümü zannettiğim sır, her açılan kapı, bir başka meçhulün bin bir kilitle korunmuş, bir çözümsüz Baki sırrın sırrı ile sırlanmış bir başka esrarengiz kapısına çıkıyor!

Bu tanrısal parçacıkların oluşturduğu meçhuller diyarının hikmet, basiret, feraset, servet, kuvvet, hasret, gayret, cesaret, fazilet, zarafet, adalet, hayret, nusret, meşveret, hazakat, hamiyet, dirayet ve merhamet sıfatları ile mücehhez ve müzeyyen labirentinde kaybolmamak, yolunu şaşırmamak, haddini bilmemek ve “BEN”ini yitirmemek ne mümkün...

M.Ö. Urla’lı Anaxagoras, “ŞEY” kavramının ulviliğini, “Her şeyde, her şeyden bir parça vardır!” diyerek ifade etmemiş miydi? Sokrat, Eflatun, Aristo hep bu ıstırabı yaşamamış mıydı? İbn-i Sina’nın hayret çığlıkları hâlâ kulaklarımızda... Gazali, Numan bin Sabit, Nesefî, İbni Rüşt, İbni Haldun, Birûni... Hangi birini zikir edeyim! Leibniz’in “Monadlar Teorisi”ni mi? 18. yüzyılda yaşamış olan Fransız bilim adamı Jean B. J. Fourier’in matematiksel hesaplama yöntemi çok büyük bir adım olmuştu, bu muamma organı anlayabilmek için.

Tam da Cajal, “Tamam, işte bu!” diye bize çizip gösterdiği “Nöron” ile ‘bu sır çözüldü” derken, Brodmann duruma müdahale etmedi mi?

1947 yılında Nobel Ödülü’nü kazanan Dennis Gabor, Karl Lashley, Wilder Penfield, Karl Pribram ve niceleri... Ya beyin cerrahisinin tarihini değiştiren ve çağ atlatan, nöröşirurji tarikatımın kutbu ve şeyhi, ileri yaşına rağmen fikirleri ile hâlâ yolumuzu aydınlatan anıt adam, Hocam Yaşargil... Ne kadar ter döktüler bu beyni anlayabilmek ve anlatabilmek için! Bu uğurda dökülen ter, ummanlara nal toplatır! Esamesi okunsun diye İsmail Hakkı da kendine pay çıkarma peşinde...

Daha birkaç yıl evvel yazdığım kitaplarımdaki klasik zannettiğim bilgileri bile yenilerinde değiştirmek zorunda olduğumun farkında olmam, bu muhteşem yapının karşısındaki acziyetimin, daha doğrusu fani insanın kifayetsizliğinin ifadesidir.

Zira bir beyni tam olarak çözebilmek, sırrına vakıf olabilmek, onu hakkıyla anlayabilmek, ondan daha muhteşem bir beyne sahip olmakla mümkündür! O da Âdemde ne arar...

Beyin; aksonu omurilik, kranial sinirleri dendritler olan, mikrokozmik kollektif bir nörondur! Her Biri Farklı Bir Beyin Gibi Çalışan Yüz Milyar Kutsal Nöronun, Kollektif Yapılanması...
Mazimizin ayak izleri ve hatırası, atimizin işaret levhaları ve meşalesi beyin; Hiçbir Fani Bilim ve

Teknolojinin Üretemeyeceği bir Kompitür!

Kafamız o kadar çok karışmalı ki yorulmak, dinlenmek bilmeyen beynimiz yeni bilgi üretmekten dinlenmeye fırsat bulamasın, biz de onu israf etmekten imtina edelim.

Beynimizin nefes almasına hiç fırsat vermeyelim ki nefes alabilelim! Nefeslenebilelim. Âlem için, Âdem ve nefes olabilelim.

En önemlisi de “Hesap Günü”ndeki imtihandan alnımızın akıyla çıkabilelim”.

Beyin… Her biri bin yıllık bin ömrümüz olsa, binini de uğruna feda edecek olsak da, esrarını bihakkın çözmeye muktedir olamayacağımıza inandığım BEYİN… Kullanabilirsek neleri başaramayız ki… Hayal edebildiği müddetçe, başaramayacağı hiçbir şeyin olmadığı “BEYİN”!

Doğuya da baksak, batıya da baksak nice tarihsel örnekler görürüz! Çok eskilerden, sadece tadımlık bir lezzete ne dersiniz?

“Tehafutü’l Felasife”yi Gazali’ye, “Medine’t ül Fadıla” yı Farabi’ye, “Tehafüt’üt Tefahüt”ü İbn-i Rüşt’e,

“Mukaddime”yi İbn-i Haldun’a, “El Kanun”u İbn-i Sina’ya, “Siyasetname”yi Nizam’ul Mülk’e, “Suç ve Ceza” şaheserini Dostoyevsky’e, “La Vita Nuova”(Yeni Hayat), Vide Cor Meum” ve “İlahi Komedya”yı Dante’ye, “Decameron”(On Gün)’u Boccaccio’ya, “Philosophiae Naturalis Principia Mathematica”(Tabiat Felsefesinin Matematiksel Esasları)’i Newton’a, “Ethica”yı Spinoza’ya ve daha nice anıtsal eserleri mülliflerine yazdıran “BEYİN”leri değil miydi! “Mona Lisa” ile özdeşleşen, Leonardo da Vinci, “Davut” ve “Musa” heykelleri ile merme “can” veren Michelangelo, Zeno, Epikür, Anaksimandros, Pisagor, İbn-i Rüşt, Hypatia, Parmenides, Heraklitos, Michelangelo, Sinoplu Diyojen, Büyük İskender, Ksenefon, Aeschines, Sokrat, Anaksagoras, Eflatun, Leonardo da Vinci, Aristo, Protogenes, Batlamyus, Strabo, Arşimet, Plotinus ve kendisini de resmettiği, sayredenleri hayranlıkla bilim tarihinde seyahat ettiren abidevi “Scuola Atene”(atina Okulu) isimli “Fresko” çalışması, henüz otuzlu yaşlarında ölen Rafaello’nun “BEYNİ”nin metamorfotik bir ürünü değil miydi!

Evet… Beyin; hiç bir fani bilim ve teknolojinin asla üretemeyeceği, ve her yönde sonsuz kapasiteye sahip bir bilgisayar… Enigmatik ve kutsal organ! Modern çağı ve bilimi şekillendiren ve ilham veren, hayatı ve Evreni anlamlı kılan, gerek İzmir, Urla’lı Anaxagoras(MÖ 500-428) ( Her şeyde her şeyden bir parça vardır düşüncesi) ve Alman Leibniz(1646-1716) (Monadlar Teorisi) ve gerekse İngiliz Peter Higgs’den(1929-2013) mülhem “Tanrısal bir Parçacık”…
(https://www.medimagazin.com.tr/authors/ismail-hakki-aydIn/tr-beyin-tanrisal-bir-parcacik-rabbim-beni-doktorlardan-koru-72-87-4176.html).

Çağımızın makinesi bilgisayarlara ve insanlık tarihinin en önemli mühendislik projelerinden biri olan “Yapay Zeka”ya yol haritası çizerek, iham kaynaklığı ve rehberliği yapan Beyin…

Nerede ise makineleri de düşünebilen, fikir üreten, yol gösteren, hayatımızı kolaylaştıran ve istikbalimizi şekillendiren bir seviyeye getirmemizde bize kılavuzluk yapan, geçmişi ve geleceği içinde barındıran, her şeyi hafızasında kayıt atına alan Matematiksel Kozmik Alemi bir bilgisayar olarak kabul ettiğimizde bile, ondan da daha güçlü ve kapasiteli bir bilgisayar, bir kompitür, bir nimet Beyin… Nimet…

Evet en büyük nimet olan Beyin donanım, akıl yazılım, zeka ise işletim sistemi!
Her gün bilmediğimiz yeni bir yönünü farkına vardığımız ve keşfettiğimiz, başka başka meçhullerini, sırlarını çözmek uğrunda yaşadığımız heyecan ve döktüğümüz teri hak eden bir esrarengiz mucize Beyin...

Ya beynin temel taşı olan, yüz milyarı aşkın, belki de birkaç yüz milyar, her biri bir küçük beyin gibi davranan, kendilerine ulaşan impulsları, “Fourier Analizi”ne, ya da “Fourier Transformasyonu”na benzeyen bir işleyişle, sinüs frekanslarına dönüştüren “frekans analizörü” nöronlar… Nöronlar da, birbirleri olan ile iletişimlerini, mikrotübüller vasıtası ile sağlarlar. Bugün bildiğimiz nöronların aksonlarının uzunluğu, 176.000 km civarında olduğudur. Yarını tam göremiyoruz, lakin tahmin ve hayal edebiliyoruz.

Okudukça, düşündükçe, araştırdıkça ve yeni kapılar açıldıkça, istikbali tahayyülümüz daha kolay oluyor! Hiç bir şeyi tam bilmiyoruz ki...

Duyu organlarından, bedenin her noktasından ve çevresinden bilgi alan, kuantum biyolojisi, matematik ve fizik kaidelerine göre enformasyonları, sayısız kimyasal ve elektriki tepkimeler ile analiz ederek değerlendiren, bugünkü bilgilerimizin ışığında 2 üzeri 100 Milyar bağlantısı ve 10 üzeri 16 işlem/saniye hızında bilgi işleyen, çıkarım ve kararlarını da vücudun çeşitli ve ilgili noktalarına sinyaller olarak gönderen, emirler yağdıran, her an devinim, metamorfoz ve değişkenlik içerisinde bulunan, otopoezis(bilgi ve zihin üretmek) ve plastisitesi(kimyasal, elektriksel, fonksiyonel ve fizyolojik yapısını devamlı değiştirmek ve de geliştirmek) ile fark yaratan, her şeyi her yerde ve her zaman olacak şekilde holistik (Külli, Bütüncül) prensiplere göre “frekanslar demeti halinde” multidimansiyonel olarak kaydeden ve kayıtları ebediyyen muhafaza eden, hafıza kapasitesi sonsuz muazzam bir kompitür, eşi ve benzeri yapılamayan muhteşem ve tam teşekküllü bir kuantum bilgisayarı, Otonom Robot, Beyin…

Potansiyel olarak, bir hologramlarda plakasında olduğu gibi, Kainatın bütün bilgileri bir ihtimaliyet(olasılık) bulutu içinde beyinde mevcuttur! Gerçekleşen hadise, diğer ihtimaliyetleri “ölü” (Dalga Çökmesi) bir şekilde kuantum düzeyine iter. Bu düşünceyi en iyi anlatan örnek, anıtsal eser “What is Life”in yazarı, ünlü fizikçi Erwin Schrödinger’in(1887-1961), “Schrödinger’in Kedisi, adıyla ün kazanan teorisidir.

En küçük parçasının bile, bütününün görevini üstlenebileceğine inandığım bir sistem bu!

Keşke herkes, başkalarının vesayet ve güdümünde kalmadan ve kiraya vermeden, özgürce kendi beynini tam kapasite kullanabilse...

İnsanlık tarihi boyunca tüm ömürler yetmedi beynin esrarını çözmeye. Ve bundan sonra da yeteceği kanaatinde değilim. Öyle gizemli, öyle cazibeli ki... Sözüm ona, ben de “Beynin Şifresi”ni yazdım zannederken, binbir şifre çıktı karşıma.

Bir Beyin Cerrahı olarak, kırk yılı aşkın bir süredir, hep beyinle haşır neşir olmama rağmen, hala cezbesinden kurtulmuş değilim. Zaten de kurtulmak istemiyorum ya! Bu sebepledir ki, hemen her yerde, her fırsatta, konu Beyin ve Nöroşirurji olunca, biraz da gururla, “Her biri bin yıllık bin ömrüm olsa, binini de uğruna feda edeceğim bir meslektir NÖROŞİRURJİ!” diyorum! Megalomanlık da bu olsa gerek! Zaten, bu sözüm, meslektaşlarım ve özellikle de Beyin Cerrahı branşdaşlarım için, haklı gurur vesilesi olan bir aforizma.
Yaratılıştan itibaren, beyni anlamak için neler yapılmadı ki... Bu uğurda, nice canlar feda edildi, kesin olarak bilinmemektedir. Bildiklerimiz ise, dudak uçuklatır cinsten.

Sadece bir kaç hatırlatma yapacak olursak…
“Beyin” kelimesine ilk defa MÖ 1500 lü yıllara ait olduğu düşünülen, “Edwin Smith’in Ameliyat Papirüsü” olarak bilinen kadim bir Mısır yazıtında rastlanılmıştır.
Aristo (MÖ 348-322) bile, beynin ehemmiyetini kavrayamamış, vücudun kontrol merkezinin kalp olduğunu iddia etmemiş miydi!

Bu karanlıklar içerisinde çağları aydınlatacak bir ışık yakan ve bir doktor olan, İstanbul, Kadıköy’lü Herophilus (MÖ 335-280), kadavra çalışmaları ile bir çığır açmadı mı!

Ya Bergama’lı Cerrah Dr. Galen’in (MS 129-200), gladyatörlerde ve hayvanlarda yaptığı incelemeleri ve gözlemleri, beyin hakkındaki görüşleri, bin yıl süre ile kabul görerek bilime ışık olmadı mı!
Diğer taraftan, Dr. İbn-i Sina (MS 980-1037), kadavra çalışması yapmaması için, türlü türlü cezalara maruz bırakıldığı hakikatini de unutmamak gerek!

Bütün bunlardan sonra, Galen’in çizimlerini yetersiz bulan Hollandalı Dr. Andreas Vesalius (1514-1564) daha 28 yaşında, devletten izin alarak idam edilen katillerin bedenlerinde detaylı diseksiyonlar yapmış ve 1543 yılında “İnsan Vücudunun Yapısı Üzerine” adlı kitabını yayınlayarak, çok büyük bir adım atmıştı.

Ama bütün bunlara rağmen, beynin gizemi bir türlü çözülemiyordu. 1664 yılına gelindiğinde, Oxford Üniversitesi’inden Profesör Thomas Willis “Cerebri Anatome” isimli beyin anatomisi kitabını yazmıştı. Bu kitaptaki şekiller de, Londra’da yapılacak olan ünlü St.Paul Katedralinin mimarı olan Sir Christopher Wren tarafından çizilmişti.

Willis ilk kez, beynin farklı beyin bölgelerinin farklı fonksiyonlarının olduğunu zikrediyordu. Willis, Wren ile birlikte, Hind mürekkebini damar içine enjekte ederek beynin dolaşım sistemini en ince detayına kadar gözler önüne sermişti.

Ama, beynin tıp alanında çok daha fazla ilgi ve öncelik kazanması, bilimin üzerindeki kilise baskısını yerle bir eder Newton’un, her şeyin “neden-nasıl-sonuç” çizgisinde, akıl, fizik, matematik ve bilim ile çözümlenebileceği, Evrenin de ezelden Tanrı tarafından kurulmuş ve kendi otonom çalışmasına bırakılmış çok büyük bir makine olduğu devrimsel fikrini takiben, 1700’lü yılların sonu ile, 1800’lü yıllara tekabül eder.

1848 yılında Vermont’da, Green Dağlanında demiryolu döşeyen bir işçi olan Pheneas Gage’in geçirdiği bir iş kazası, önemli bir kapı açtı bize. Zira, kayada açtığı deliğe dikkatsizce barutu yerleştirirken, infilak eden barutun, elindeki demir çubuğu fırlatıp, saliseler içerisinde Gage’in yüzünün sol tarafından girerek frontal lobu hasara uğratmış ve kafatasını delip çıkmıştı.

Gage’in geçirdiği bu kazanın hikayesi ve sonradan yaşananlar, bir roman niteliğindedir! Uzun badireler atlatan Gage, artık eski Gage değildi. Kimse onu tanıyamıyordu. Huysuz, küfürbaz, saldırgan ve edepsiz bir kişilik sergiliyordu.

1860 tarihinde, geçirdiği bir status epileptikus krizi sonrası vefat etmiş olmasına rağmen, daha sonra mezarı açılarak, Dr. Harlow tarafından detaylı incelemeye tabi tutulacak ve beyindeki kişiliği belirleyen sistemlerin daha iyi tanımamıza vesile olacaktı.

Gelişen teknoloji, ölümünden yüzelli yıl sonra bile, halen Harvard Üniversitesi, Warren Tıp Müzesinde bulunan Gage’in kafatası Dr. Hannah, Dr. Galaburda ve Dr. Damasio tarafından simülasyonla incelenip, kendisinde gelişen kişilik değişikliğinin beynin hangi bölgesi ile ilgili olabileceğini net bir şekilde ortaya koymuşlardı.

Beynin akıl ve duyguların yegane merkezi olduğu düşüncesini ilk kez öne süren, 1758-1828 yılları arasında yaşamış Fransız Joseph Gall olmuş, Kraniyoloji ve Frenolojinin temellerini atmıştı. Burada Johan Spurzheim’in hakkını da yememek gerekir.

Fransız Dr. Pierre Paul Broca (1824-1880), ismi ile anılan “Motor Afazi”, Alman Dr. Carl Wernicke (1848-1905) “Sensorial Afazi” araştırmaları için ne kadar ter döktüğünü, ne kadar engellemeler ile karşılaştıklarını tahmin etmek mümkün mü!

Dokuz yaşında geçirdiği bir bisiklet kazası sonucu gelişen ve tedaviye cevap vermeyen epileptik bir vakaya(Hanry Gustav Molaison), 1953’de Hartford Hastanesinde hipokampektomi ameliyatı uygulayan Dr. William Scoville, hastasının ameliyat sonrası hiç bir şeyi hafızasında tutamadığına şahit olunca, çok şaşırmış ve üzülmüştü. Ama belki de, Dünyada Asrın Bilim Adamı seçilen(2000), Hocam Gazi Yaşargil’in, Zürih’te aynı gayeye matuf olarak yıllar sonra geliştireceği selektif amigdalohipokampektomi cerrahi tekniğine ışık tuttuğunu farkında bile değildi.

Bu arada, H. G. Molaison’u(1926-2008), öldükten sonra beyninin çıkartılıp Kaliforniya, San Diego Üniversitesinde histopatolojik preparatlar halinde slaytlandırılarak, hafıza araştırmalarına katkı ve bir başka boyut kazandıracak, 2401 slayttan müteşekkil “Hafıza Kitabı” haline getirilmesi sebebi ile de, zikr etmek isterim. Fakat, aynı zamanda, hafıza konusundaki, Karl Lashley’in deneyleri ve Milner’in çalışmaları altın değerinde olsa da, Scoville, hipokampusun hafızanın yegane kapısı olduğunu da bize fısıldıyordu. Hatta, bence holistik düşüncenin kapısını da aralıyordu.

Wilder Penfield’in(1891-1976), yine epilepsi hastalarının tedavisi için geliştirdiği “Montreal Yöntemi” diye bilinen teknik, bu “Beyin Denen Meçhul”ü anlamada ve hastalıklarını tedavi etmede dökülen “kutsal ter” değil miydi! “Motor Homonkulus” ya da “Penfield Homonkulusu” olarak bilinen “beyinde minyatür insan” kavramı, onun nörobilim dünyasına hediyesi ve Fantom Ağrılarının anlaşılması ve tedavisinde çığır açan(Ayna Yöntemi), “Plastisite”(Beynin statik değil, devamlı yapısal değişime müsait, esnek bir halde olması) kavramını bize öğreten, Kaliforniya Üniversitesi’nden Dr. Vilayanur Ramachandran’a çalışmaları için çok önemli bir kapı olmadı mı! Ya, eşi epileptik olan John Hughlings Jackson’ın bu sahadaki gözlem ve düşünceleri...

Diğer taraftan, “Allah ve Kainat” ilişkisi, ilk çağlardan itibaren dikkat çekmiş; din, felsefe ve bilimin ilgi odağı olmuştu. Dolayısı ile mistik düşünce ve nörobilim iç içe girmiş, beyin araştırmalarına farklı bir bakış açısı kazandırmıştı.

Hristiyan Avrupa'ya uzun yıllar hakim olan Batlamyus'un dünya merkezli evren fikrinin yerini, bilim ve teknolojinin ilerlemesiyle “güneş merkezli kainat” görüşü almaya başlamıştı. “Tanrıyı emekliye ayıran” düşünce, Descartes’in fikirleri, determinizm, kartezyen yaklaşım ve Newton prensipleriyle kilisenin bilim üzerindeki otoritesi tamamen yıkılırken; orta çağ karanlığındaki kilisenin yerini bilim ve akıl almaya başlamıştı.

Bilimin her şeyi çözebileceği şeklinde özetlenebilecek olan akla dayalı bu evren fikri, bin yedi yüzlü yıllardan itibaren hakimiyetini sürdürüyordu..

Her “şey süt-liman” akıp gidiyor, genelde araştırmacılar bu konvansiyonel ve klasikleşmiş bilimsel kurallara itiraz cesaretini gösteremiyordu.

Tam da her şey artık akıl ve fizik kurallarıyla çözülebilir denilen bir sırada yirminci yüz yıllın başında tüm hesapları bozan ve kuantum denen bir teoriyle alt üst olmuştu. Bu teori, her şeyin Newton prensipleriyle açıklanamayacağı, aklın tek otorite olamayacağı fikrini doğurmuş, din ve mistisizme adeta kapı aralamıştır.

Kuantum teorisinin deneylere dayandırarak açıkladığı bu yeni evren fikri, İslâm mutasavvıflarının yüzyıllardır anlatmaya çalıştıkları Evren görüşleriyle ilginç bir şekilde uyuşmaktaydı.

Bütün bunlar, mistisizmle birlikte telakki edildiğinde, Nöroscience, (Sinirbilimi) ve özellikle Beyin üzerindeki araştırmalar bir başka boyut kazanıyordu. Zira Kuantum kuralları ile beyin fonksiyonlarını izah etmek, anlamak ve sırlarını çözebilmek daha rasyonel, makul ve mümkün görünüyordu.

Diğer yandan, tüm canlıların esas yapı taşını temsil eden hücreyi bile keşfedeli, daha 200 yıl kadar bir süre olmuştur.

Ama Camillo Golgi, üzerinde çalıştığı baykuş beynini, kazara gümüş nitrat çözeltisi içerisine düşürmeseydi, Santiago Ramon y Cajal, nöronları ve sinapsları belgelemeseydi, ne ikisi 1906 yılında Nobel Ödülü alabileceklerdi, ne de Nöroscience (Nörobilim) bu denli hızlı gelişme gösterebilecekti. Bu arada, 1906’da beynin haritalanmasını yapan ve bilim tarihinde bir başka kapı açan Alman Araştırmacı Korbinian Brodmann’ı (1868-1918) da unutmamak gerekir.

1921 yılında Avusturyalı Bilim İnsanı Otto Loewi, gördüğü bir rüya üzerine, (kalbin hızını sadece elektriki uyarılar değil, bir kimyasal maddenin de düzenlediğini rüyasında iki gece üst üste görür) laboratuarındaki çalışmalarına hız vererek, nörobilimin en önemli deneylerinden birini gerçekleştirip, bir nörotransmitter olan asetilkolini tanımlaması, nöronlararası iletişimin anlaşılması için çok büyük bir adım atmış, genel tıp biliminde ve kardiyolojide fütühat yapacak kadar da önemli bir kapı açmıştı.

Çok sular aktı bu bilgi ırmaklarından… Nice Bilim İnsanları kürek çekti, ter döktü bu derin ve esrarengiz ummanda, bir ışık yıkabilmek, meşale olabilmek için hayata.
Her şey bir yana.. Bütün bu gelişimsel ve progressif çalışmaların yanında, Kuantum Biyolojisi ve Fiziğinin de tam olarak anlaşılmadan, nöronun, dolayısı ile beynin sırlarının çözümlenebilmesinin mümkün olmadığını fark etti bilim insanları…

1948’de Claude Shannon’a, enformasyon teoremi hususunda “Matematiksel bir İletişim Kuramı”nı yazmasında ilham veren de beyin, cümleleri matematize ederek, “Shannon Teorisi”nin bilim dünyasına hediye edilmesine kaynaklık yapan da Beyin! Turing Testinin mucidi, “Hesaplama Makineleri ve Zeka”(Mind, 236, 1 Ekim 1950) isimli makalesinde makinelerin de bir beyin gibi düşünebileceğini ileri süren Alan Turing’in(1912-1954) hazin sonunu hazırlayan da…

Kuantum biyolojisi ışığında, artık ruhu bile aramaya çıkmışlardı, nanoteknolojiden aldıkları güç ve cesaretle bilim insanları beyinde…

Wake Forest Üniversitesi Tıp Fakültesinden Profesör Robert Lanza, çok önemli bir araştırmacı olarak, yüzlerce bilimsel makale ve sayısız icat yayınladı ve bugüne dek, “Doku Mühendisliği Prensipleri” ve “Kök Hücre Biyolojisinin Temelleri” dahil olmak üzere otuzdan fazla kitap yazdı.
Beyni, bir anlamda bilinç ile özdeşleştiren Lanza, bildiğimiz ölümün vicdanımızın yarattığı bir yanılsamadan başka bir şey olmadığını, yani “Biocentrism” teorisini hararetle savundu. Dr. Lanza, “Yaşamın, yalnızca bir süre yaşayacağımız ve daha sonra yeraltında çürümeye maruz kalan karbon karışımı ve moleküllerin bir karışımı tarafından yaratılan faaliyet olduğunu düşünmemiz öğretildi” diyor. “Aslında, ölüme inanıyoruz çünkü öleceğimize, ya da daha özel olarak bize bilincimizin bedenimizle ilişkili bir fenomen olduğunu ve bununla birlikte öleceğini bize öğrettildi.” diyor.
Bununla birlikte, “Biyo-merkezcilik” Teorisi, ölümün, düşündüğümüz olay olamayacağına işaret etmişti. Biyo-merkezcilik her şeyin teorisi olarak durur ve hayatı merkeze koyar ve kainatın faaliyetinin özünü oluşturur. Lanza, yaşamın ve biyolojinin varoluş merkezi olduğunu açıkladı. Gerçekten de, evreni yaratan hayatın kendisidir. “Ademim, Alem için olduğu” hakikatını vurgularcasına…
Bu, Kainattaki her ne varsa, her şeyin şeklini ve boyutunu belirleyen kişinin bilinci, şuuru, aklı, ruhu ve beyni olduğu anlamına gelir. Yunan kökenli gerçekçi felsefe, gözlemcinin varlığına bakmaksızın gerçekliğin kendi başına var olduğunu her zaman ifade etmiştir.
Öte yandan, Kuantum fiziği, gözlemcinin gerçekliğin oluşumunda belirleyici olduğunu keşfetmiştir. Aslında, duyularımızla algıladığımız gerçeklik, potansiyel olarak sonsuz formlar alabilen “Evrenin temel işleyişi” ile bilincini belirleyen “gözlemcinin varlığı” bir beyin arasındaki karşılaşmadır.

“Pratik olarak, gerçeklik bizim düşüncemizdir! Lanza, etrafımızdaki gerçekliği nasıl algıladığımıza bir örnek verir; bir insan gökyüzünü belli bir renk olarak algılar ve rengin ‘mavi’ olarak adlandırıldığı öğretilir. Fakat başka bir kişinin beyninin hücreleri, her zaman mavi olarak adlandırdığı ancak benim ‘yeşil’ime karşılık gelebilecek farklı bir rengi algılayabilirdi” diyen yazar, ne kadar da haklıydı!
Evet… Lanza, bu önermeyi teorisinin temeline koyuyor ve “Dünyada algıladığınız her şey bizim bilinciniz olmadan var olamaz, beynimiz ve bilincimiz gerçeğin temelidir. Bu düşünce, evrenin en genel gözlemine yerleştirmek, uzay ve zamanın algıladığımız gibi ‘sert’ ve ‘hızlı’ bir şekilde davranmaması anlamına gelir. Özetle, onlar kendimizin dışımızda değil ve vicdanımızın bir ürünüdür!” diyordu.

Biyo-merkezci teorisinin sunumunda Lanza, ünlü “çift yarık” deneyini iddialarının temeli olarak gösterdi. Deneyde, bir gözlemci, bir bariyerin içine yerleştirilmiş iki yarıktan geçen bir partikül geçişini izlediğinde, partikül, iki yarıktan birinden geçen bir mermi gibi davrandığını gösterdi. Ancak, gözlemci partiküle bakmayı bırakırsa, aynı anda her iki yarıktan geçmeyi başaran bir dalga gibi davranmaya başlar.
Bu, madde ve enerjinin hem dalgaların hem de parçacıkların özelliklerini sunabileceği ve davranışlarının bir gözlemcinin algısına ve bilincine bağlı olduğu anlamına gelir.

Evet... Bilinç, beyinsiz olmuyor!
Kuantum fiziği, her zaman gerçekliğin insan aklının bir ürünü olduğunu düşünen idealist filozofların teorilerini doğrular gibi görünmektedir. Uzay ve zaman zihnimizin yapıları olarak kabul edildiğinde, ölüm ve ölüm fikrinin aynı zamanda bilincimizin duyusal deneyimiyle bağlantılı bir fenomen olduğu anlamına gelir. Organizmamızın ölümü ile bilincimiz, uzamsal ve zamansal sınırların artık var olmadığı bir duruma girer: sonsuzluk!
Lanza’ya göre, hayat bizim sıradan düşünme biçimimizi aşan bir maceradır. Öldüğümüzde, var olmanın kaotik dünyasına girmeyiz, ancak evrenin temel matrisine geri döneriz: “ölümle, yaşamımız çoklukta yaşamaya başlayan çok yıllık bir çiçeğe dönüşür”. Lanza’nın bir bilim adamı olduğunu bilmesek, dindar bir mutasavvıfı dinlediğimizi düşünürüz.

Ya Evrenin Temel Yapısı Olarak Ruh Nerede? Beyni beyin yapan Nöronda mı? Ruhu kimler aramıyorlardı ki…
Ancak Robert Lanza, kuantum fiziğinin sonsuz yaşamın varlığını haklı çıkardığına inanan tek bilim adamı değildir. Amerikalı bir Anestezi doktoru olan Prof. Dr. Stuart Hameroff(Doğumu 1947) ve Dünyaca ünlü bir İngiliz kuantum fizikçisi, “Shadows of The Mind” isimli anıtsal eserin yazarı, Sir Roger Penrose(Doğumu 1931), kendilerince ruhun varlığını kesin olarak ispatlayabilecek bir teori geliştirdiler!
İki bilim insanı tarafından detaylandırılan Kuantum Bilinç Teorisi’ne göre , ruhlarımız beyin hücrelerinde bulunan “mikrotüpler” adı verilen mikro yapılara yerleştirilecektir.
İnsan, hem “Ben kendi ruhumdan üfledim!” diye tanımlanan Kur’an-ı Kerim’in prensibinin, ve İsra 13 ve 44. Ayetlerinin bir anlamda labaratuarlarda da anlaşılabilmesinin peşinde gayretle, hem de Allahın rızasını kazanmak için, ter dökmeye devam etmeliydil!

Bütün bu düşünceler, beynimizi, 100 milyardan fazla nörondan oluşan bir sinaptik bilgi ağı ile donatılmış bir tür “biyolojik bilgisayar” olarak görmekten geliyor. “Bilinç tecrübemizin, ikisinin “Orch-OR” (Orkestrasyonlu Amaçların Azaltılması) olarak adlandırdığı bir işlem olan kuantum bilgisi ve mikrotüpler arasındaki etkileşimin sonucu olduğunu iddia ediyorlar . Bedensel ölümle birlikte, mikrotüpler kuantum hallerini kaybederler, ancak içerdiği bilgiler imha edilmez” düşüncesi hakimdi.
Basitçe söylemek gerekirse, bilinç ölmez, ancak kaynağına döner. Dr. Stuart Hameroff; “Kalp atışları durduğunda ve kan artık akmadığında, mikro tüpler çalışmayı bırakıp kuantum hallerini kaybeder,” diye açıklıyor.
“Mikrotüplerde bulunan kuantum bilgileri imha edilmez, ancak kozmosa iade edilir. Bir hasta kısa bir ölüm deneyiminden sonra yaşamaya başladığında, kuantum bilgisi mikrotüplere bağlanarak kişinin ölümle ilgili ünlü vakalarını deneyimlemesine neden olur. ”
Bu teorinin büyük bir alanı açıktır: bu şekilde anlaşılan insan vicdanı biyolojik bir süreçten çıkan basit bir ürün değildir, beynimizin nöronları arasındaki etkileşimde kendisini tüketmez, fakat var olan bir kuantum bilgisidir. Bu bilimsel araçlar kullanılarak hala ruhun izleri sürülmeye devam ediliyor…

Herkes, (https://youtu.be/auJJrHgG9Mc) linkindeki holografik teknoloji tanıtım videosunu izlemiştir sanırım. Nitekim, eşzamanlı olarak konuyu, kısmen anlattığım TV Programını, (https://youtu.be/y1hSBtZo4HU) adresinden izlemek mümkündür.
Benim de, “Neural Text to Speech Technology (NTTS) yöntemi ile, farklı dillerde, aynı anda hologramım vasıtasıyla, birçok mekanda ve farklı dinleyicilere konferans vereceğim ve söyleşi yapacağım günler yakındır!
O zaman, bir televizyondan diğer televizyon, bir şehirden bir diğer şehire, bir üniversiteden diğerine koşmayacağım, “o konferans senin bu Konferansımdan benim” ülkeler arasında mekik dokumayacağım! Herkes gibi, terimin kurumasını istemediğim halde ben de nefeslenebileceğim! İronik de olsa, insanın egosunu okşuyor!

Mistisizmdeki, “Temessül” ve “Tecessüd” kavramlarının, NTTS yöntemi ve beyin işleyişi ile ilişkilendirildiğinde, bazı tarihi menakıbın da daha anlaşılır ve izah edilebilir olduklarını farkettik! Bu izah tarzının da, beyni daha iyi anlayabilmemize imkan sağlamıştır. İçiçe pozitif döngü mü desem!

Beyin, Neuroscience, Kuantum Kuramı İle Tasavvuf Arasındaki İlginç Benzerlikler, her zaman bu muazzam nimetin, biyokompitürün daha iyi anlaşılmasına ışık tutmuştur. Nitekim, Kuantum biyolojisi, biz bilim insanlarına bambaşka bir boyutta muhayyile imkanı ve fırsatı vermiştir.
Fiziğin Tao'su adlı kitabın yazarı Fritjof Capra ( Capra F, Fiziğin Taosu, Sayfa. 9), "Modern fiziğin (kuantum) önayak olduğu değişimler, son yıllarda birçok fizikçi ve filozof tarafından enine boyuna tartışılmıştır. Ancak bunlardan pek azı, bu gelişmelerin, Doğu mistisizminin ortaya koyduğu düşünce yapıları ile aynı hareket ettiğini fark etmişlerdir. Çünkü modern fizik dalında ortaya çıkan yeni görüşlerin çoğu, şaşırtıcı biçimde Uzak Doğu'da kök salan dinsel felsefelerle benzeşmektedirler." diye itirafta bulunmaktadır.
İdiz’e göre; “Capra, uzak doğu dinleri derken genel anlamda, Hinduizm, Budizm ve Taoizm üçgeninde beliren dinsel felsefeleri kast etmekte ise de, aynı sözleri tasavvuf için kullanmak yanlış olmayacaktır. Zira konu incelendiğinde yüz yıllar öncesinden mutasavvıflar tarafından dillendirilmiş ve bir kısmı çok büyük tartışmalara da sebep olmuş olan bazı tasavvufî düşünceler ile kuantum teorisiyle elde edilen bilgiler arasında şaşırtıcı derecede benzerlikler olduğu görülecektir”(İdiz F, 2011).

Beyin, nöron, beyin gücü, düşünce, düşüncenin okunması, kaydedilmesi, bağlantılı veya bağlantısız aktarılması, üzerinde uzaktan işlem yapılması, bir havuzda bilgilerin toplanması ve bu bilgi havuzunun Evrensel kullanıma açılması gibi şimdilik ütopik da olsa, bu yolda bizim de çocukluğumuzdan itibaren hayallerimiz ve fikirlerimiz olmuştur. Yaptıklarımız da…

Ütopya sahibi insanlar, istikbale yön vermişlerdir, Tarih boyunca. Bilimsel ve teknolojik sıçramalar hep eskisinden daha yüksekleri hedeflemişlerdir.
Çünkü şimdi biz bilim insanları olarak, düşünceyi okuma, kaydetme, aktarma ve paylaşma peşindeyiz! Bu hususta, konvansiyonel pozitron emisyon tomografisi(PET)’den ziyade, fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme yöntemi(fMRG) ve fonksiyonel elektroensefalografi(fEEG) bize daha fazla yardımcı olmaktadır. Aktif ve etkin beyinleri, bağlantılarını ve yaratıcı kişileri ayırd etme imkanına da nispeten sahip oluyoruz. Zira hayatı değiştirecek ve katkı sağlayacak yaratıcılığın temelinin bu bağlantılarda yattığını artık çok iyi bilmekteyiz. “Connectome” olarak tanımlanan bu bağlantısallık yapısı, Laniakea ve Epigenetic gibi, asrımızın bilim dünyasında çok önemli ve ümit vadeden bir devrim yapmıştır.

Biz Beyin Cerrahları, hastaları tıbbi veya cerrahi olsun tedavi etmek için, hep beyinde elle tutulur gözle görülür bir lezyon ararken, bunların dışında da fonksiyonel bozukluklar, nörokimyasal, fizyopatolojik ve psikopatolojik gibi durumların da olabileceğini, bu beyin denen meçhulu anlamaya çalışırken öğrendik!
Dr. Olivier Sacks, hastası olan bir profesörün problemlerini konu alan “Karısını Şapka Sanan Adam” isimli kitabını yazdıktan sonra, kendisinin de, aynı “Prosopagnosia”(Yüz Körlüğü veya Yüz Tanıyamama olarak bilinen ve temporo-oksipital kavşaktaki fusiform gyrus lezyonlarında ortaya çıkan bir rahatsızlık) illetine duçar olduğunu fark etmemiş miydi!
Daha neler, neler...

Hep birlikte şimdi buyurun, benim kendi mazime bir seyahat edelim…
Nöroşirurjide her ne kadar beyin kanamaları, anevrizmalar, arteriovenöz malformasyonlar ve mikronörovasküler cerrahi ilgi ve araştırma alanlarım olsa da, idealim “Beyin Cerrahı Olmak”a karar verdiğim çocukluğumdan beri, bu organın gizemi hep beni cezb etmiştir. “İnsan nasıl düşünüyor ve bu düşünceyi kaydetmek, başkaları tarafından hissetmek ve iletişime geçmek mümkün olabilir mi?” diye düşünür dururdum.
Konuyu zaman zaman, ismini taşımaktan onur duyduğum, aklımı, fikrimi, izanımı, kişiliğimi, beynimi ve ilmimi elinde büyüten, şekillendiren, doğduğum andan itibaren hocam, rehberim ve mürşidim olan ve manevi desteğini hayatım boyunca her daim arkamda hissettiğim ve hissedeceğim Dedem Mutasavvıf, H. H. İsmâil Hakkı Efendiye sorardım. Rahmetli Dedem de, sorularıma çok fazla bilimsel olmasa da, bugün biraz “Holistik Beyin ve Evren” düşüncesi ile anlayabilmeye çalıştığımız, manevi ve tasavvufi prensipler çerçevesinde cevap vermeye ve izah etmeye çalışırdı. Bu anlattıkları da bende, beynin çok daha fazla esrarengiz bir yapıya sahip olduğu fikrini ve gizeminin çözülmesi için çok çalışmak gerektiğinin bilincini ve heyecanını yaratıyordu.
Tıp tahsilim esnasında, kafamı kurcalayan bu konuyu, Fizyoloji Hocam Rahmetli Prof. Dr. Mithat Torunoğlu’na sorduğumda çok tatmin edici bilimsel bir cevap alamamıştım. Aslına Mithat Torunoğlu Hocam, o zaman hemen her Tıp Fakültesinde ders kitabı olarak okutulan “İntegre Fizyoloji ve Fizyopatoloji”nin müellifi ve yazarı idi.
Ancak, nörofizyoloji esas ilgi alanı değildi. O zaman, her köyde bir üniversite(!), her kasabada bir Tıp Fakültesi(!) yoktu. Sadece İstanbul, Ankara, İzmir ve Erzurum’da Tıp Fakültesi vardı. Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Kürsüsü (O zaman “Anabilim Dalı” tabiri daha icad edilmemişti) için Torunoğlu Hocam çok büyük bir şanstı. Laboratuarını bana açar ve istediğim çalışmayı yapmam için beni teşvik ederdi.

Araştırmaya çok fırsatımın olmadığı, yoğun eğitim ve öğretimle geçen talebelik yıllarımın sonunda, hükümet tabipliği ve akabinde tekrar üniversiteye intisap ederek Nöroşirürji Kürsüsünde çalışmaya başladığımda, Fakültemiz Fizyoloji Kürsüsüne yurt dışından Nörofizyolog Prof. Dr. Üner Tan (O zaman Doçent) atanmıştı. Bu benim için büyük bir fırsat ve Erzurum Tıp Fakültesi için de büyük bir şans olmuştu.

Benim bu “Düşüncenin Kaydedilmesi ve Okunması” fikrimi Üner Hocaya açtığımda, çok büyük bir ilgi ve heyecanla ile karşıladı. Zaten kendisi de nörofizyoloji sahasında araştırmalar yapıyor ve Dünya çapında ses getiren makaleler yayınlıyordu.

Nitekim daha sonraki yıllarda Üner Hoca, sahasında uluslararası düzeyde çok büyük bir üne kavuşaçak, “Int. Nöroscience”ın Editörlüğüne getirilecek, TÜBİTAK Bilim Ödülü alacaktı. Bu vesile ile de zamanın Rektörü Sayın Prof. Dr. Hurşit Ertuğrul, Atatürk Üniversitesinin TÜBİTAK ödüllü üç bilim adamını (İsmâil Hakkı AYDIN, Üner TAN, Metin BALCI) özel bir törenle taltif edecekti.

Zannedersem 1979 yılının son aylarının birinde, Üner Bey, benim bu fikrim ile çok ilgilendi ve ben bunu bir hastada deneyebileceğimizi söyledim.

Kabul etti. Ben hemen konuyu Nöroşiruri Kürsü Başkanımız Rahmetli Dr. Yılmaz Muyan’a açtım. Tedaviye cevap vermeyen bir epilepsi hastasının beynine ameliyatla bir elektrot yerleştirip, elektrofizyolojik kayıt ve dolayısı ile hasta ile konuşarak, değişken beyin dalgalarını kayıt ve analiz edebileceğimizi ve bu hususta Üner Beyin bize yardımcı olacağını ifade ettim.

İlk önce çok tepki gösterdi, etik olmayacağını (o zamanlarda etik kurul yok), dekanlığın buna müsaade etmeyeceğini, hastayı ikna edemeyebileceğimizi, ameliyatı uyutmadan uyanık olarak yapmamız gerekeceğini, çok risklerinin olduğunu söyleyerek beni vaz geçirmeye çalıştı.

Trabzon inadıma, Üner Beyin desteği eklenince, sonunda Yılmaz Ağabeyi ikna ettim. Akabinde Tıp Fakültesi Dekanı Rahmetli Prof. Dr. Tali Ural Hocamla görüşüp konuyu anlatınca, kendisi Amerika’da yetişmiş ve Amerikan ENT Bordu sahibi olmasından olacak, çok heyecanlandı ve hemen bizi teşvikle, bu ameliyatı yeni açılan hastanemizin (Tıp Fakültemiz 1960 yıllardan 70 li yılların sonlarına kadar Erzurum Nümune Hastanesini Eğitim Hastanesi olarak kullanıyordu.

Kampüs içindeki, daha sonra “Yakutiye” ismini alacak olan Üniversite Hastane Kompleksine yeni taşınmıştık), “Amfiteartre” diye bilinen, bütün talebe ve doktorların operasyonları izleyebileceği en geniş ve en donanımlı ameliyathanesinde yapmamıza müsaade etti.

Uygun hasta bulunarak, o zamanın şartlarında gerekli tetkik ve hazırlıklarımızı tamamlayıp, Dr. Yılmaz Muyan’ın başkanlığında büyük bir ekip olarak, beyin dokusunda ağrı duyusu olmadığından, lokal anestezi ile ameliyata başladık ve kraniyotoniyi takiben, durayı açtıktan sonra, kayıt elektrotumuzu münasip gördüğümüz skatrize cortex dokusuna yerleştirdik. Hasta ile konuşup farklı kelimeler söylettiğimizde oluşan farklı beyin dalgaları, Üner Bey tarafından intraoperatif ve elektrofizyolojik olarak kaydediliyor ve analiz ediliyordu.

Epileptik odak olarak tespit ettiğimiz lezyonu çıkartarak, elektrofizyolojik kayıt ve ameliyatı sonlandırdık.

Hastada korktuğumuz herhangi bir komplikasyon gelişmedi ve şifa ile taburcu edildi.
Elektrofizyolojik kayıtların detaylı analizinden, o zamanki bilgi ve tecrübemizin ışığında, dalga boyu ve frekans ayırımı ile, çok da bilimsel olmasa, kendimize göre bir takım yorumlar yapmıştık. Belki bu gayretlerimiz, bu alanda çok küçük bir adımdı..

Ama bugün...

Yıllar akıp geçti, nöroscience alıp başını gitti, hayalimizin ötesinde bir boyuta ulaştı. Son zamanlarda, yapay zaka, androidler, kuantum fiziği, nanopartiküller, nanorobotlar, holistik tasarımlar, holistik beyin, hologramlar, beyin ara yüzü nakilleri ve düşüncenin ve hatta tüm hafızanın bir flaş diske kaydedilmesi, bir bilgisayara aktarılması, saklanması, ve bir yerden bir yere, bir insandan diğerine taşınması derken, Evrendeki tüm beyinlerin biribiri ile, mikroelektrot veya nanopartikül aracılığı olsun ya da olmasın, irtibat haline getirip getiremeyeceğimizi, bir GLOBAL BEYİN AĞI(gbw veya wbw) oluşturup oluşturmayacağımızı düşünür olduk.

Bu nedenle “global brain web”(gbw), ya da “world brain web”(wbw) kavramlarını ihdas ederek “isim babası” olmaya soyundum!

Ütopya sahibi olursak, hayata katkı sağlamak amacıyla ile, geleceğimizi şekillendirmek de kendi elimizde olur.

Çok yakında bunlar olacak zannedilmesin, zira birçoğu gerçekleşti bile... “Beyinlerarası İnternet”, wbw, gbw burnumuzun dibinde. (https://www.medimagazin.com.tr/authors/ismail-hakki-aydIn/tr-global-beyin-agIna-dogru-bir-adIm-72-87-4183.html). İlk olarak World Brain Web (wbw) tabirini ihdas ederek, bu makalemde (Medimagazin, 15 Temmuz 2019) ben kullanmıştım. Hemen akabinden, 20 Temmuz 2019 Cumartesi günü , Saat 22:15 de, TV 24’de, Beyza Hakan ve Ertan Özyiğit’in hazırlayıp sunduğu “KAYIT DIŞI” Programında, “Beynimizde Esrarengiz bir Seyahate ve Hiç Duymadıklarınızı Duymaya ve World Brain Web (wbw) Kavramını Tanımaya ne Dersiniz?” başlıklı söyleşide (https://youtu.be/y1hSBtZo4HU) konuyu detaylı olarak anlatmıştım. Artık, wbw hiç de uzak değil. Nitekim, “EC NEUROLOGY” İsimli periyodikte de “Editoryal Makale” olarak yayınlanmıştır. (Ismail Hakki Aydin; An Adventure: From World Wide Web (WWW) To World Brain Web (WBW). https://www.ecronicon.com/eco19/pdf/ECNE-02-ECO-15.pdf).

Evet, çok yakında…

Hatta Tim Tully, büyük hayallerle kurduğu “Helicon Therapeutics” isimli şirketinde “Hafıza Hapı”nı geliştirmek için gayret ededursun, çeşitli bilgilerin depolandığı nanopartiküller ile hemen her arzu edilen bilginin beyne/hafızaya saniyeler içerisinde aktarılacağı, yükleneceği, kaydedileceği ve en önemlisi, evrensel paylaşıma açılacağı günlerin atlıları, şimdiden dolu dizgin yola çıktılar bile...

İşte konu ile alakalı bir kaç aforizmamız.
*Beynimizin Esas Görevi, Bilgi Depolamak Değil, Yeni Bilgi Üretmektir!
*EVRENSEL KONNEKTOM
Kainatta her ne varsa, aynı bütünün parçaları olduklarından,
birbirleriyle bağlantılı, iletişim ve etkileşim içerisindedirler.
*Çok yakın bir gelecekte, beynimize yerleştirilen bir elektrot sayesinde, bilgisayarlarla ve diğer beyinlerle iletişime geçmemiz mümkün olacak!
Ben bugünden bu sistemin adını koyuyorum.
WBW (WORLD BRAIN WEB) veya GBW (Global Brain Web)
*“BEN”i “BEN” Yapan, “HAFIZA”mdır!
*Nasıl Düşünürsek, Öyle Hissederiz!
* İnsanın Esas Gâyesi; Evrensel Etkileşimin Hüküm Sürdüğü Kâinât Hayatına Faydalı Olmak İçin, Gayret Etmektir!
*Birbirinden farklı bilim/ilim dalları arasında, ne kadar fazla münasebet kurabilirsek, istikbale ışık tutacak, o kadar çok yeni fikirlerle, yaratıcılığımızı artırmış oluruz!
*Beynin sırlarını çözdükçe, nasıl çalıştığını daha iyi anlar ve hayranlığımız artar!
*Yüzler, duyguların penceresidir!
*Davranışlarımızı, ancak tam sağlıklı bir BEYİN ile kontrol altında tutabiliriz!

Biraz uzun oldu farkındayım.
Seçtiğimiz bir rubaimizle (Ağlar Bana, Rubâiyyât-ı Bircis, Girdap Kitap, İstanbul, 2018) nefeslenelim!
AĞLAR BANA
— • — — /— • — — /— • — — /— • —
(Fâilâtün, Fâilâtün, Fâilâtün, Fâilün)
El güler, Âlem güler hep, kehkeşân ağlar bana,
Göz yaşım ummâna benzer, âsumân ağlar bana,
Çâresiz bir derde düştüm, kimse bilmez çâreyi,
Bende bir “Ben” var ki, durmaz, her zamân ağlar bana!

19.03.2020 10:24

Randomize aforizmal cümlelerimden müteşekkil olan bu makalemi özellikle farklı bir formatta yazmamın sebebi, kaarilerimin (okuyucularımın) Alzheimer hastalığına yakalanmamaları için küçük de olsa bir katkı sağlamaktır.

Lakin okuyucularıma her cümleyi okuduktan sonra, cümlenin ana fikri üzerinde en az bir dakika tefekkür etmelerini ve çıkarım yapmalarını tavsiye ediyorum.

Zira bu husus, esas gayeye matuf, beyindeki nöronlar arası sinapsların faaliyetlerini hızlandıracak ve iletişim kapılarının hızlı çalışmasına yardımcı olacak olan çok önemli bir tavsiyedir!

Beyinler arası internet (wbw), hatta evrensel boyutta iletişim ağı, global beyin ağı (gbw) çok yakın bir gelecekte mümkün olacak. Avantaj ve dezavantajları ile bu harikulade gelişmenin ayak seslerini duymamak mümkün değil!

Şimdi sizleri anti-Alzheimer tefekkür için okumaya ve düşünmeye davet ediyorum.

Beyin ölümü, 21. yüzyılın en büyük yanılgısıdır! Beyni zengin olana havlayan it çok olur! İstikbalde robotlarla rekabet edebilmek için eğitim metodunun “bilgi öğretmek”ten ziyade, “bilgi üretmeyi öğretmek” esaslı olması şarttır!

Bilime ihanet edenden bilim de intikam alır! Nöroşirurji, çilesi hiç bitmeyen bir TARİKATTIR! Yük ağır, yol uzun, zaman kısa, menzil uzak! FELSEFİ KEYFİYET: İnsan; en asil vekâlet, mükellefiyet! Beden; en kutsal emanet! Ömür; en kısa mühlet! Hayat; en ağır siklet! Ölüm; en mübhem izafiyet! Beyin; en büyük devlet! Akıl; en mukaddes nimet! Ruh; en esrarlı, rahmani işaret!

Vicdan; en hassas hikmet! Zekâ; en keskin haslet! Nefis; en gafil, sefil enaniyet! Şeytan; en masum illet! En hassas ölçü birimi, vicdandır.

Biri hain biri katil iki millet oldukça kan durmaz. Huzur bulmaz bu âlem! Bu âlemde her ne varsa birbirine borçludur! Bu âlemde yalnızlık ne büyük nimet...

Suskunluğum sağır ediyor! Cibillî olarak Arab hain, Yahudi katil... Ellerimin ellerinizle müşerref olması, benim için büyük bir bahtiyarlıktır! Organizma ile uyumlu, semptomsuz, sessiz ve sakin patolojileri ameliyat etmeyiniz!

Hayat, kursağımda tedirgin! Bu kadar ihanet, öğretilip eğitilmiş ve kazandırılmış ebleh ve deni cahiller ile mümkündür!

Yakın bir gelecekte kâinattaki bütün beyinler, beynimizdeki nöronların bütünsellik bağlantıları gibi diğer beyinlerle iletişim içerisinde bilgi ve tecrübe alışverişinde bulunacaklar ve “Kâinat Beyni” ortaya çıkacaktır! Kazancın meşruiyeti, harcanan yerde gizlidir.

Hakiki bilgi, bilgiyi çeker! Televizyonlar uzmandan geçilmiyor! Herkes siyasette uzman! Tababette uzman! Diyanette uzman!

En büyük devrimler bilim insanlarının eseridir! En büyük zenginlik hiçbir gücün dokunamayacağı ve hiçbir hırsızın çalamayacağı yegâne hazine olan ahlâk, zekâ, akıl, sanat ve bilgi hazinesine sahip olmaktır! Geçmişinden ders alıp geleceğini planlamayan, zamanın fırsatını kullanamaz!

Her şey ilim! Tek yol bilim! En büyük saadet ve sevinç kaynağı; merak, gayret, öğrenmek, anlamak ve öğretmektir! En büyük mutluluk; âleme ve âdeme fayda sağlamaktan doğan mutluluktur! Bilimi güçlü yapan; eleştiriye, araştırmaya, deneye, tecrübeye, değişime ve hatalardan süzülmüş daha doğrulara, merak ve heyecanla, her an kapısını açık tutmasıdır!

Bilim adamı olmama sebep Kur’ân-ı Kerim’dir! Hasta yakınlarının da tedaviye ihtiyacı var! Ne helâl yiyen aç ne haram yiyen tok! Paylaşmadığın bilgi ve tecrübe senin değildir! Hastalıkların önlenmesi için harcanan bir kuruş, tedavileri için sarf edilen milyarlara bedeldir!

İstiklâl, istikbal ve istikrar bilimdedir! Beyin, bütün kâinatı içerisine alabilecek kapasitededir! El aman! Amansız derde, amansız derman! Paylaşırsan zengin ve âlim, paylaşmazsan fakir ve zalim! İnsan; hayata en büyük düşman! Müteharris müşteki, mütevekkil münzevi...

Bilim, Kur’an’ı anlayabilmek için bir meşaledir! Virane gönlümün mahzun meltemi, saçlarını tarasın! Çare olduğun yerde, çare aramak... Merak, bilimin, bilim de medeniyetin arkasındaki sihirli ve itici güçtür! Muvaffakiyet; takdir edilmek değil, taklit edilmektir! Her şey illüzyon, gölge, yalan. Sadece ölümdür hakikat olan!

Beni, bilime doyurma rabbim! Ne hicranda vuslat var ne de bilimde “tamam”! Hicran ömür törpüsü, bilim törpüye “aman”! Tıbbın olağanüstü bir dalı olan “nöroşirurji”nin, beyin cerrahlarını mahkûm ettiği “müebbet meslekî iptilâ”, asla tedavisi olmayan ve hiçbir “madde bağımlılığı” ile rekabet kabul etmeyen bir iptilâdır!

Bu kadar cehalete rağmen nefes alabildiğimize şükrediyorum! Adalet, meşveret, maslahat, ehliyet ve emanetten yoksun bir demokrasiyi ne Eflatun’a ne Farabi’ye ne Nizam’ul Mülk’e ne İbn-i Haldun’a ne de Thomas More’a anlatabiliriz! Elinden gelirse gayret, gelmezse dua gerek!

Hakiki cerrahlar ve hekimler, peygamberlerle birlikte haşr olacaklar! Ya Rabb! Canımı, bilim yolunda terim kurumadan ve ayakta al! Mürekkebin akmadığı yerde ensest sömürü ekonomisi doğar, gözyaşı ve kan akar!

Müteşeyyihler hayatsız bir din, dinsizler de dinsiz bir hayat peşinde! Sanat, ehline teslim edilmesi gereken bir emanettir! Bana “unut” diyorsun.

Ruhumdaki parmak izini silebilirsen, unutabilirim seni! Bilim, deney ve matematiktir. Demokrasi değil! Ulûfe payelere, ulûfe makamlar... Ucuz akademisyenlik, akademik kapitalizmi besler!

Ucuz profesörler (!) çoğalınca, akademik kapitalizmin borazancıları da ucuzladı! Sanatın gıdası ruhi erginlik ve enginliktir! BEYİN/AKIL; Allah’ın mahlûkata en büyük lütfu... Aşk-ı niyazla.

Gönlünüzden ve kaleminizden öpüyorum! Ne işret meclisleri ne meşrep meclisleri!

İllâ ki ehliyet ve liyakat meclisleri! Liyakatin olmadığı yerde, ya işretten ya meşrepten... Vuslat hasrete, hasret vuslata mahkûm!

Bu âlemde benim esas gayem; nefes aldıkça öğrenmek ve öğretmektir. Bildiklerimin ve tecrübelerimin tamamını aktaamaya, ömrümün kâfi gelmeyeceği endişesi ile acele ediyorum. Bütün faaliyetlerimdeki gayretim bunun içindir. Tartışmak için değildir.

Tartışmak arzusunda olanların evvelâ, asgarî benim ilmî ve tecrübî müktesebatıma hâkimi olmaları gerekir. Sözlerimi bile anlamaktan aciz olanların, hadsizliklerini de hoş görecek seviyede değilim! HAYAL... Hayal edebiliyorsak, başarabiliriz.

Hayal edebildiğimiz müddetçe beynimizin gücü sonsuzdur. Hayal, beynin kabiliyetini gösterir. Hayal gücü sonsuz olanın, beyin gücü de sonsuzdur.

Beynimizin gücü, hayallerimizle sınırlıdır. Yeni bilim; nöroteknoloji! Sen beynine sahip olmazsan başkaları sahip olur! Beni, benden edince, bendeni benden değil, “ben”den sor! Bende “ben” mi bıraktın ki benden “ben”i soruyorsun! Sanat ruhlu insanların en büyük hatası, her şeye hak ettiğinden daha fazla değer vererek kendilerini hâk etmeleridir.

Bu aşk püsküllü bir derttir, sefasından tadan yoktur. Cefasından haberdar olmayan âşık, inan yoktur! Asırlardır yeryüzünde hiçbir milletin kullanmadığı bir lisanın gramerini bile öğrenmek mecburiyetinde olan tıbbiyelilerin maruz kaldıkları düşmanlık, insan olmayı beceremeyen toplumların aşağılık komplekslerinin doğurduğu düşmanlıktır!

Hayatın kadına olan borcunu, kâinatta ödemesinin imkânı yoktur! Dünya, yan gelip yatma yeri değildir! Kur’ân, tatilden ve emeklilikten hiç söz etmez!

Ne Arap’ın gelenekleri din ne de Batının azgınlıkları medeniyet… Bilim, hayat vermek içindir, yok etmek için değil! Hayatı yok etmek için bilimi kullananlardan, hayatın intikamı çok acı olur! İnsan olmak, kâinata ve mahlûkata karşı mesuliyetini hissetmektir!

İnsan-ı kâmil olmak, kaostaki kozmosu, ahengi, armoniyi, estetiği, düzeni ve matematiği sezmekle başlar! Bedava verilen şey, bazen çok pahalıdır! Ne tehlike “geliyorum!” der ne de namus “gidiyorum!”... Kâinatta bulunan hayvanlar da bitkiler de hatta bütün mevcudat, insanların ve tüm mahlukatın beyinlerini ve düşüncelerini okuyorlar! Hissediyorlar! Her şeyi hafızalarına kaydediyorlar! Paylaşım ve iletişim hâlindedirler!

Kâinatın nizamı, bağlantısallık matematiği ile kaimdir! Hekimlik, hastaya her yönü ile hâkim olmaktır! Bazı akla barikat tarikatlar, “cennet seyahat acentesi”... RABB’İM BENİ; insaniyeti ve haysiyeti kaybettiren, emeksiz maldan ve paradan, vicdansız, erdemsiz, ahlâksız ve haksız, ticaret ve zenginlikten, kâinata, hayata ve medeniyete faydası olmayan bilgiden, şerefsiz, onursuz ve ilkesiz siyasetten, hocasını aşamayan hocalıktan, inançsız ibadet ve tövbeden, MUHÂFAZA EYLE!

Sözünle susturamazsan, sükûtunla sustur! “İnsan” olmadan, “tam inanmış” olamazsınız! Kürreden zerreye; elektron, nötron, kuark, lepton ve bozona kadar her şeyin onuru ve bilinci vardır! Higgs Boson’unu anlamak, her şeyi anlamaktan başka hiçbir şeye yaramaz! Yetenek ve deha arasında çok büyük bir uçurum var!

Başarının sırrı; heyecanımızı yitirmeden bir başarısızlıktan bir diğer başarısızlığa sıçrayabilmektedir! Tefekkür; bir insanın kendi kendisi ile konuşması, tartışması, fikir ve proje üretmesidir.

Her yazdığımı anlamaya çalışmayın! Bazen ben de anlamıyorum!

Aforizmaya bilmem ki gerek var mı...

Lakin bestelenmiş rubaimiz ile bitirelim.

Şehnaz Şarkı

Güfte; İsmail Hakkı Aydın

Beste; Osman Nuri Özpekel

ŞERBET!

— — • / • — — • / • — — • / • —

(Mef’ûlü, Mefâîlü, Mefâîlü, Feûl)

Lütfetmiş erenler, bu serencâmı bize,

Bağ, bahçe, safâsıyla bu eyyamı bize,

Nar şerbeti, gül şerbeti, aşk şerbeti de,

Bir ömre bedel, Rabb’imin ikrâmı bize.

16.03.2020 16:31

Bu makaleyi, en yetkilisinden en yetkisizine kadar, üzerine düşen görevi yapmalarının gerekliliğini tekrar hatırlatmak, izan, insaf, vicdan, mesuliyet ve mecburiyet duygularına hitaben, herkes için yazıyorum.

Bu ve benzeri makaleler genelde problemleri, sıkıntıları, aksaklıkları ve haksızlıkları dile getirir mahiyette olmakla birlikte, her şeyden şikâyet etmeyi adet edinip üzerimize düşeni yapmaktan imtina eden bir geleneksel düşünce yapımızdan olsa gerek, çok azında çözüm ve tedavi yolları gösterilir.

Mesleğim olan Nöroşirurji (Beyin, Omurilik ve Sinir Cerrahisi) dışında yazdığım yirmi kitabın çoğunda, verdiğim yüzlerce konferansta, katıldığım ve sayısını unuttuğum bütün televizyon programlarında, yazdığım yüzlerce makalede ve gerek şahsen ve gerekse devletin yetkili üst makamlarınca tarafımdan hazırlanması istenen raporlarda, eğitim sistemimizdeki problemlerin sebep, mahiyet ve çözüm yolları belirtilmiş, defaaten yetkililere ve sorumlulara iletilmiş olmasına rağmen, bir arpa boyu yol almayı bırakın, her geçen gün daha da vahim mecraya sürüklenmekteyiz.

Bu eğitim ile ilgili problemler, daha çocuk annesinin karnında iken başlamakta ve hayatlarının sonuna kadar da devam etmektedir. Kafa yapımız nedense, hep böyle…

Mevcut sistemle, doğar doğmaz televizyon, internet ve planlı vahşi sublüminal fırtınaya tutulan insan oğlu, maalesef, genellikle dejenere ve çağ dışı eğitim ve öğretim yöntemleriyle diplomalandırılmış kifayetsiz, himmete, erdeme ve bilgiye muhtaç bazı kişilerin ellerine teslim edilmekte, aileleri ile birlikte, yarışa hazırlanan atlar gibi, düşünme, hayal kurma, muhakeme ve analiz etme, okuma ve üretme gibi faaliyetlerinden mahrum bırakılmış, ezberci eğitimin baskısı altında, hem kendi istikballerini, hem de milletimizin, evrenin, insanlığın ve hayatın geleceğini risk altına sokmakta ve hatta tehlikeye atmaktadır.

Üniversite öncesi dönemde, öğrenciler kabiliyet ve ferasetlerine göre seçilerek yönlendirilmemekte, hayatlarına yön verecek, onları istikbale hazırlayacak, hangi meslek grubunda olursa olsun, işlerinde başarılı olmalarını sağlayacak edebiyat, felsefe, mantık, ahlak, sosyoloji, psikoloji ve tarih şuuru gibi dersleri ihtiva eden eğitim ve öğretimden, yoksun bırakılmaktadırlar.

Kendilerine zaman ayırılmasına ve sosyal yönden gelişmelerine fırsat verilmemekte, okul dışında geçen zamanlarını, sadece öğrencileri değil, aileleri ile birlikte yoğun ödev yapmakla harcamak mecburiyetinde bırakılmaktadırlar.

Bir türlü istikrarı sağlayamadığımız, sık sık değiştirdiğimiz ve her gelenin kafasına göre düzenlemeler yaptığı, öğrencilerin de, ailelerinin de akıllarını karıştıran, zannımca bazı akl-ı selim sahibi yetkililerin(!) de kafalarını allak bullak eden bu sistemin, bütün eğitim ve öğretim kurumlarını istenilen seviyeye getirmesi beklenmemelidir! Nitekim, geri kalmışlık bir bütündür, parçalanamaz! Sistem bozukluğu ve dejenerasyon, bir defa bir yere sirayet etti mi, herkes, her kesim, her kurum ve her bölge, bu geri kalmışlık ve dar kafalılıktan kendince nasibini alır!

Hiçbir ön araştırma, fizibilite, ihtiyaç ve altyapı çalışması yapılmadan, her köye bir üniversite, her kasabaya bir Tıp Fakültesi, her mahalleye bir yüksek okul açarsak, dilekçe bile yazmasını bilmeyen kişilere ulufe dağıtır gibi üniversite diploması(!) verirsek, cahiller ve işsizler ordusunu daha da kalabalıklaştırırsak, nereden ve nasıl kazanıldığını sorgulamaktan imtina ettiğimiz, hatta korktuğumuz ve çekindiğimiz bazı meçhul, zalim, gafil, mağrur ve bir türlü “adam” olmayı becerememiş kompleksli sermaye sahiplerine, kaliteye bakmadan her istediklerini verir, arzu ettikleri yetki ve salahiyeti ve hatta imkanları ikram edersek, hayatında hiçbir araştırma yapmamış, doğru dürüst makale yazmamış, ciddi bir neşriyatı olmayan, hiçbir öğrenci, asistan ve öğretim elemanı yetiştirmemiş, bulunduğu köyden-kasabadan bir başka yere gitmemiş, “kerameti kendinden menkul”, kendinden başka adam(!), bilim insanı(!) ve hoca(!) tanımamış, oturmayı-kakmayı, giyinmeyi ve kravat bağlamayı ve takmayı, saçını taramayı bilmeyen, yüzü gözü kir pas içinde, tırnaklarının uzadığından sakallarının yüzünü tanınmaz hale getirdiğinden haberi olmayan, saygınlıktan bîhaber, özellikle hekimler için, hiçbir problem vaka çözmemiş ve sağlığına kavuşturmamış, önemli bir ameliyat yapmamış, mesleğini sıradan uzman ve operatörlerin yapacağı hastaları tedavi ve ameliyat etmekle, hatta etmemekle(!) sürdürmüş, hiçbir özelliği olmayan bir sağlık kurumunda çalışmış, ya da çalışmamış, “Şu ahir ömrümde benim de bir akademik unvanım olsun!” heves ve düşüncesi ile şeytana bile pabucu ters giydirecek yollara tevessül eden, ahbap-çavuş ilişkileri ve kanunların açıklarını tecrübeli bir cambaz mahareti ile gönlünce evirip çevirenlere, seri üretimle(!) işportadan(!) fasondoçentlik, masondoçentlik ve fasonfesörlük masonfesörlük dağıtırsak, “performans” denen illeti doktorların başına bela edersek, tarih boyunca en kutsal, en itibarlı ve en zor meslek olarak bilinen hekimliği ve müntesipleri olan tabipleri, aşağılık ve haddini bilmeyen, kıskanç, nankör, ebleh, cahil, yobaz ve canavar ruhlu insanların gözünde düşman belletirsek, milletlerin ve devletlerin bekası için “olmazsa-olmaz İdari Düsturlar” olan; Adalet, Emanet, Liyakat (Ehliyet), Meşveret (İstişare) ve Maslahat (Toplum Yararı) prensiplerinden taviz verirsek, Tezekkür, Tedebbür, Teakkul, Tefakkuh ve Tefekkür (5 T İlkesi) ilkelerinden uzaklaşırsak ve kafamıza göre bir düzen geliştirir ve insanları buna uymaya mecbur kılarsak, ve bu ısrarımızda cahilce, inatla ve zecri tedbirlerle(!) devam edersek, kendi kendimize çok YAZIK etmiş olacağız!

“Dünyayı yeniden keşfetmenin” gereksiz olduğunu bir türlü anlayamayan kafayı değiştirmediğimiz müddetçe, batının bilimsel, teknolojik, metot ve aydınlanma yöntemlerini değil de, bataklıklardaki müfsid alışkanlıklarını edinme yarışına girdiğimiz ve kendi kimlik ve benliğimizle barışmadığımız sürece, istikrarı sağlayabilmemiz, global yarışta yer alabilmemiz ve muasır seviyede olmamız mümkün değildir.

Ayrıca, “milli” eğitim sistemimizi ihlal, sosyal, san’at ve milli şuurumuzu ihmal, üniversiteye öğrenci alma, eğitme, öğretme ve mezun etme, ve öğretim üyesi yetiştirme, seçme, akademik paye verme ve atama yöntemlerini iğfal edersek, yeni ufuklara doğru adım atmak bir yana, başladığımız noktaya bile geri dönemeyiz!

Artık, Holistik Beyin, Holistik Evren, Nanoteknoloji, Nanorobot, Robotik Cerrahi, Yapay Zeka, Kuantum Biyolojisi, Nörokuantum, “Neural Text to Speech Technology (NTTS) ve Beyinlerarası İnterneti, isim babası olduğumu zannettiğim “WBW”i konuştuğumuz ve yazdığımız (https://www.medimagazin.com.tr/authors/ismail-hakki-aydIn/tr-global-beyin-agIna-dogru-bir-adIm-72-87-4183.html), (https://youtu.be/oymKDtCrrdw),

(https://www.ecronicon.com/eco19/pdf/ECNE-02-ECO-15.pdf)

bu dönemde, diğer yandan da meşgul olduğumuz şeylere bak!

YAZIKTIR, YAZIK!

Birkaç aforizmayı ilave etmekte fayda mülahaza ediyorum.

*Çok yakın bir gelecekte, beynimize yerleştirilen bir elektrot sayesinde, bilgisayarlarla ve diğer beyinlerle iletişime geçmemiz mümkün olacak!

Ben bugünden bu sistemin adını koyuyorum.

WBW (WORLD BRAIN WEB)

*Her Lisede, Psikoloji, Mantık, Ahlak, Estetik ve Metafizik Muhtevalı, Mükemmel bir Felsefe Eğitimi Verilmediği Müddetçe, İstikbal ve İstiklal Teminat Altına Alınamaz!

* Dinine, mezhebine ve meşrebine bakmadan emaneti ehline vermediğiniz müddetçe, liyakatı sadakate tercih etmediğiniz sürece, sabahlara kadar namaz kılsanız da, her gün oruç

tutsanız da, Mahşerde bunun hesabını veremezsiniz!

* Âcilen, “1933 Üniversite Reformu”na benzer bir reforma ihtiyaç vardır. “Mebzül Sahte Kreş”ler ilgâ edilip, “Sahte Hoca”lar, mecbûrî istirâhate sevk edilmeli ve “Üniversite” gibi 15-20 “Üniversite” kurulmalı, ve “Hoca” gibi “Hoca”lar istihdâm edilmelidir!

Ve Rubâimiz…(İsmail Hakkı Aydın, Rubaiyyat-ı Bircis, Girdap Kitap, İstanbul, 2018)

HAYYAM’DAN HABER

(Yahyâ Kemâl’e)

— — • / • — — • / • — — • / • —

(Mef’ûlü, Mefâîlü, Mefâîlü, Feûl)

Yazdıkça, sevildikçe rubâîlerimiz,

Baktık yine yükseklere ermiş serimiz,

Hayyam okumuş, neş’elenip saldı haber,

Mecliste de, gönlünde de varmış yerimiz!

12.03.2020 10:36

Doçentlik hususundaki çarpıklıkları, aksaklıkları ve haksızlıkları daha önce konferanslarımda, makalelerimde, kitaplarımda ve TV programlarımda çok fazla dile getirdiğim için, kafanızı şişirmemek adına, bu yazımda sadece birçok gelinlik kızın hayallerini süslediği gibi bazı kendini bilmezlerin profesörlük gayeleri ve gayriahlaki faaliyetleri konusunda ikaz, mizah ve hiciv amacı ile kısmen kalem oynatacağım!

Maalesef tahsilli tahsilsiz herkes günümüzde profesör olabilmek için hak edip etmediğine bakmadan, şeytanın bile aklına gelmediği onursuz, haysiyetsiz, şahsiyetsiz, ahlaksız ve çirkef yollara tevessül ediyor ve bir şekilde de emel (!) ve meramlarına kavuşabiliyorlar!

Uyduruk ve sahte makalelerini, yine herkesçe gayesi ve sahtekârlıkları malum dergilerde neşrettirip, bilimin kirlenmesine ve saçma sapan düşünceleri ile şişirilmesine de vesile olmaktadırlar!

Sonra da hiç utanmadan ve sıkılmadan, kasım kasım kasılarak, “Profesör” unvanlı kartvizit bastırıp sosyal medyada, internette sayfa açarak kendilerini takdim ile reklam ediyorlar! Haz ve libidolarını tatminle komplekslerine tepe yaptırıyorlar!

Bir de “Ben istedim, verdim, oldu. Kime ne!” ve “Ben aldım, oldu. Kime ne!” profesörleri var! Onlar ayrı bir makale, kitap, hatta bir bilim-kurgu filmi konusu...

Bütün bunlar mizahi açısından da olsa literatürümüzde “FESÖR” diye yeni bir unvan ihdas edilmesine ihtiyaç göstermesi sebebi ile gerek dil bilimcilerin gerekse kendisini memur ve mesul hissedenlerin, kadro tahsisinde (!) ve unvan belirlemede işlerini kolaylaştırmak amacıyla, kazanım yollarını dikkate alıp mazilerini göz ardı etmeden bilimsel (!) tasnifini yaparak, hoşgörünüz muvacehesinde isimlendirdim. Biliyorum, hiç kimse de üzerine alınmayacak!

“FESÖR”ler, kendi aralarında mizahi açıdan; Alimfesör, Lafofesör, Parafesör, Medyafesör, Rektörfesör, Fasonfesör, Masonfesör, Cahlifesör, Zalimfesör, Sahtefesör, Gettofesör, Fetofesör, Tarikfesör, Taslakfesör, Çalmafesör, Hasbelfesör, Telefesör, Kıssafesör, Gezenfesör, Yatanfesör, Kaçanfesör, Yandanfesör, Partifesör, Taşrafesör, Yoktanfesör, Salakfesör, Askerfesör, Diptenfesör, Baştanfesör, Re’senfesör, Dıştanfesör, Locafesör, Medyafesör, Sağcıfesör, Solcufesör, Yağcıfesör, Yaştanfesör, Eştenfesör, Yasafesör, Mebusfesör, Amcafesör, Babafesör, Dayıfesör, Ağafesör, Paşafesör, Özelfesör, Kölefesör, Kabafesör, Baltafesör, Yarmafesör, Sapafesör, Yamafesör, Finofesör, Kırofesör, Murofesör, Homofesör, Psödofesör, Zirtofesör, Hırtofesör, Hışırfesör, Zorlanfesör, Hükmenfesör, Zorbafesör, Sokmafesör ve Çakmafesör diye tasnif edilebilmektedir!

Sizler, engin muhayyilenizle taşları yerine oturtup, kimlerin hangi unvana ya da unvanlara daha münasip olduklarını tespit edebilirsiniz!

Lakin biz Profesör, Murofesör diye tartışırken; Fasondoçent, Masondoçent ve adaylarının da olmayan haysiyetlerini ayaklar altına alarak, kimlere pazarlıkla yalakalık yaptıklarını ve ne hınzırlıklar peşinde olduklarının farkında olmadığımızı zannetmeyin!

Şimdi sizlerden bazı kaarilerimin bana, “Bu yazdıklarınız hiciv ya da mizah değil ki... Bunların hepsi hakikat!” diye seslendiklerini duyar gibiyim.

Biliyorum, bu makalemiz de aforizmasız olmayacak!

*En tehlikeli cahil ve zalim; hak etmediği unvanın ve makamın sahibi olan insandır!

*Bilim insanlığı; hiçbir ışığın olmadığı yerde, daha parlak ışıklar yaktırabilecek bir ışık yakabilmektir!

*Toplum uyuduğunda, âlimin uykusu gaflettir!

*Bazı sözde yüksek öğretim kuruluşları, kalbur altında kalanları kandırmak, paralarını almak, avara kasnaklık yaptırmak ve sonunda da ellerine hiçbir işe yaramayan kâğıt parçası tutuşturmak için vardır!

*Bilimde en önemli endeks, “H indeksi” değil, “Kendinden çok daha iyi ve kendi pervanesi ile uçan kaç öğrenci yetiştirdin” endeksidir!

*Âlim cahil, aydın hain, âmir zalim, adalet sefil, siyaset rezil, millet gafil olursa; vicdan ve şeytan emekliye ayrılır!

Rubaimizle bitirelim.

(İsmâil Hakkı AYDIN, Rubâiyyât-i Bircis, Girdap Kitap, İstanbul, 2018)

ALDANMA GÖNÜL

(Mef’ûlü, Mefâîlü, Mefâîlü, Feûlün)

Aldanma gönül, sen onu âşık sanıyorsun.

Aşkıyla da âteşlere düştün, yanıyorsun.

Boş ver, yeter artık, üzülüp yanmaya değmez!

Kendin gibi sâdık sanarak, aldanıyorsun!

07.03.2020 17:53

Zaman zaman bazı atasözleri ve vecizeler neden söylenmiştir diye hep düşünür dururdum. Mutlaka bir hadiseye ve tecrübeye bağlı olarak serdedildiği muhakkaktır!

Mesela;

“BİR KÖTÜNÜN YEDİ MAHALLEYE ZARARI VAR!”

“ASALET BATMAZ! BAL KOKMAZ! KOKARSA YAĞ KOKAR, ÇÜNKÜ ASLI AYRANDIR!”

“ANASINA BAK, KIZINI AL!”

“ŞEBİ KAYNATIRSAN OLUR MU ŞEKER...!”

Ve daha niceleri...

İnsan okudukça, düşündükçe ve öğrendiklerini, tecrübeleri ile muhayyelesinde muhakeme edebildiği ve çıkarımlar yaptığı müddetçe, birbirini tamamlayan ve matematiksel birlikteliklerinin çok daha fazlası ile katmanlar tarzında bir güç oluşturan bilimin, meçhuller diyarında yeni yeni kapılar açtığına şahit olmaktadır.

Anlamanın ve anlamaya çalışmanın, inanmak ve inanmaya çalışmaktan daha önemli bir erdem olduğu prensibinden hareketle, Newton fiziği ile izah edemediğimiz birçok atom altı hadiselerin, Kuantum fiziği ve biyolojisi düşünce ve kaideleri çerçevesinde daha anlaşılabilir hâle getirilmesi, yakın bir zaman önce yine bu köşede yazdığım bir makalede ifade ettiğim gibi, nörobilimde de (Neuroscience), “Nörokuantum” fikir ve araştırmalarını kaçınılmaz kılmıştır.

Nörokuantum, “Nöron”u çok daha iyi anlamamıza, hayatı daha gerçekçi analiz edebilmemize ve hatta vecize-özdeyiş ve aforizmaların bilimsel olarak da dayanaklandırılabilmesine vesile olmuştur/olacaktır.

Bilim dünyasının en önde gelen ve en güvenilir dergilerinden biri olan Cell’de, 13 Haziran, 2019’da, Posner ve arkadaşları tarafından “Neuronal Small RNAs Control Behavior Transgenerationally” başlıklı bir makale yayımlandı (https://www.sciencedirect.com/science/article/pii/S0092867419304489). Bu araştırmada, bilim insanları grubu, nöronlardaki küçük RNA’lar (small RNAs) üzerinden germline genlerin yardımıyla davranışların kuşaklara aktarımı olabilirliği üzerine çalışmalar yapmıştır.

Bu araştırmada, endo-siRNA’ların davranış ve öğrenmeden ve bunların genetik aktarımından sorumlu olduğu, bu RNA’lardaki double-stranded RNA (dsRNA)-binding protein RDE-4 (RNAi deficient 4) proteini olan ve olmayan (knockout) nematodlardan Caenorhabditis elegans (C. elegans)’da kemotaksi (canlı hücrelerin kimyasal uyarıya gösterdiği yaklaşma ve ya uzaklaşma hareketi) deneyinde karşılaştırma yaptıklarında, RDE-4 proteini olmayanlarda bilgi, kemotaksiye karşı aktarımın söz konusu olmadığı ve sonraki kuşakların yanıt veremediği tespit edilmiştir.

Yakın bir gelecekte mümkün olabileceğini düşündüğüm, vurguladığım ve kaleme aldığım bir makalemdeinternet bağlantılarının yanında; hafıza, düşünce, hissiyat ve tecrübelerimizin yedeklenebileceği ve transfer edilebileceği öngörüsü ve Prof. Dr. Roger Penrose ve Prof. Dr. Stuart Hameroff’un nöronlar arasındaki nanotüblerin her ihtimaliyeti kaydettiği düşüncelerinden hareketle, bütün bunların kuşaklara aktarımı söz konusu olabilmektedir.

İstikbalde, bu aktarımın matematik modellemesi mümkün olunca, tecrübelerimiz gelecek kuşaklara da aktarılabilecektir!

Farkındayım, bu yazdıklarım “Nörofilozofi” köşem için biraz fazla bilimsel bir izahat oldu. Lakin bütün bunlar, “Weismann bariyerinin olmadığı, Lamarck’ın teorisindeki zürafanın boynunun uzun olmasında” (hard) haklı olamayacağı, ancak deneyim aktarımında (soft) haklı olabileceği hakikatini ortaya koyuyor olması çok fazla önem arz etmektedir.

Böylece çocuklarımız bizim tecrübelerimize, rüyalarımıza ve hayallerimize, RNA’larımız üzerinden sahip olabilecekleri fikrini de gündeme getirmektedir.

“İnsanları ve toplumu yeterince eğitebilmek için birkaç kuşak öncesinden başlamak gerekir!” sözünün doğruluğunu, nörokuantum açısından izah etmek de bilimsel bir haz veriyor insana.

Böylece “BİR KÖTÜNÜN YEDİ MAHALLEYE ZARARI VAR!” ve bu çerçevedeki daha birçok atasözünü daha iyi anlamamız mümkün olmaktadır!

Nörokuantum işte böyle bir şey…

Bu nedenle, tekrar dikkat çekmek gerekirse; bilimsel destekli bu düşüncemi bir aforizma demeti hâline getirerek, kulaklara küpe olması temennisi ile burada zikr etmek istiyorum.

“Çocuklarımız tecrübelerimize, ideal, hayal ve rüyalarımıza, kişisel RNA’larımız vasıtası ile sahip olabilirler!

Kişisel davranış ve tecrübelerimiz genlerimize kaydoluyor ve evlatlarımıza aktarılıyor!

Nöronlarımızdaki kişisel endo-siRNA’lar, tecrübe, davranış ve öğrenmeden ve bunların kuşaklara genetik aktarımından sorumlu olabilirler!

Zira nöronlarımız her gün çevreden elde ettikleri bilgileri depoluyorlar, analiz ediyorlar ve kişisel tecrübe hanemize yazıyorlar!”

Tekrar hatırlatmak istedim!

Ya fukara beyinlerin ukala fikirlerinin itibar gördüğü, art niyetli siyasi ve politik mülahazalara ne demeli…

“Bûm nevbet mîzedend der târem-i Efrâsiyâb.

Perdedâri mîkoned der kasr-ı Kayzer ankebût!”

(İmparator Alp Er Tunga-Efrasiyab’ın kulelerinde hâkimiyet alâmeti olan davulu çalma işi de baykuşlara düşmüş. Kayzer’in sarayında örümcekler teşrifatçılık yapıyor!) beytinin muhatap olduğu beyinlere (!) sen gel de anlat!

Kısmen ilmî olan bu makalemizi, bestelenen ve Türk Sanat Musikimizde icra edilen (https://youtu.be/xSM1JfMauKk) (https://youtu.be/9MLYHnZ6eOM) bir rubaimizle, sizleri baş başa bırakarak bitirelim. Evet… Ben “Hicran”a meftûn, “Hicran” da “Ben”sizliğe…

Beste: Âmir Ateş

Güfte: İsmail Hakkı Aydın

Makam: Nihavent

ÂŞIĞIM BEN

— • — — /— • — — /— • — — /— • —

(Fâilâtün, Fâilâtün, Fâilâtün, Fâilün)

Âşığım ben, gönlümüzden her zaman sevdâ geçer.

Döktüğüm gözyaşlarımdan, kan revan deryâ geçer.

Her bahârın gülşeninden beklerim Hicrân’ımı,

Gördüğüm her gonca gülden bir perî Leylâ geçer.

05.03.2020 15:18

“Beyinler arası bilgi paylaşımı”, “beyinlerin interneti” ve “wbw”in kapımızı çalmak üzere olduğunu devamlı söylüyoruz, yazıyoruz... Yakın bir gelecekte kâinattaki bütün beyinler, beynimizdeki nöronların bütünsellik bağlantıları gibi diğer beyinlerle iletişim içerisinde bilgi ve tecrübe alışverişinde bulunacaklar ve “Kâinat Beyni” ortaya çıkacaktır!

Roger Penrose ve Stuart Hameroff’un düşüncelerini, Jurgen Schmidt Huber ve Hanry Markram’ın gayretlerini dikkate alırsak, hâlen ütopik olsa da önümüzdeki yüz yıl içerisinde tarihteki bütün beyinler ile bağlantı kurmamız ve bilgilerine ve tecrübelerine erişmemiz mümkün olacaktır! Çünkü kâinatta hiçbir şey kaybolmuyor! Her şey bir yerlere kayıtlı! Bunları deşifre edip, okuyabilenlerin olacaktır istikbal...

“Ütopya” dedim de aklıma geldi. Ütopya; istikbali tahmin etmek değil, hayalince şekillendirmektir! Ütopya denince akla hemen Thomas More (1478-1536) gelir de ondan yüzyıllar önce yaşamış ve ütopyanın asırlara ışık tutan kitabını yazan, bir deha beyin Fârâbî gelmez!

İslam âlemindeki beyinleri her nedense görmezden gelme alışkanlığı var. Bunun içindir ki onları bir türlü sahiplenememişizdir! İlla ki Batı dünyasının bir şekilde gündeme getirmesi beklenir! Oysaki böyle olmamalıdır...

Neyse ki Aristo’dan sonra “İnsanlığın ikinci öğretmeni” olarak tanımlanan büyük Türk bilim adamı, İslam düşüncesinin parlak yıldızı, dünya felsefesinin en önde gelen bir ismi, hekim, mutasavvıf, teolog, filozof, gökbilimci, matematikçi, mantıkçı ve müzisyen olan Fârâbî’nin (Alpharabius) (870-950) doğumunun 1150. yıl dönümü anısına Birleşmiş Milletler 2020’yi “Dünya Fârâbî Yılı” olarak ilan etmiş de bu hususta yazmak ihtiyacını duyduk!

Hele bir de beyin cerrahıyız ya... Beynini kullanana tarihin hangi döneminde, nerede, hangi din, dil, ırk ve milliyetten olursa olsun rastladığımızda ilgimizi çeker, öğrenmek, ders almak ve irfan sahipleri ile paylaşmak isteriz. Bu sebeple, en önemli ütopya sahibi Fârâbî’den kısaca bahsedeceğim.

Ebu Nasır Muhammed İbn el-Farah el-Fârâbî, Kazakistan’ın Türkistan şehirlerine çok yakın Otrar kenti sınırlarında olan eski Farab kentinde 870 yılında dünyaya gelmiştir.

İlk eğitimini Farab’da ve Otrar’da aldıktan ve ileri eğitimini Buhara ve Semerkant’ta devam ettirdikten sonra Bağdat, Kahire, Halep ve Şam’da yaşayan Fârâbî, bilimin birçok alanında; matematik, astronomi, dil bilimi, edebiyat, kimya, biyoloji, felsefe, tıp, mantık, sosyoloji, siyaset, hukuk, ahlak, musiki ve diğer bilim dallarında insanlığa ışık tutan teoriler ortaya koymuştur.

Aristo’dan sonra “Muallim-i Sânî” olarak dünyada üne kavuşmuş ve İbn-i Sîna’nın çalışmalarına da ışık tutmuş olan bu Türk bilim insanı Fârâbî, 950 yılında Şam’da vefat etmiştir.

Bir filozof olarak Eflatun ve Aristo felsefesini İslam felsefesi ile bağdaştırmaya çalışan bir Yeniplatoncu (Neoplatonist) olarak sınıflandırılabilir ve onun orijinal katkılarını kapsayan birkaç konudaki çok sayıda kitabına ek olarak; Aristo’nun fiziği, metodolojisi, mantığı vb. üzerine bazı zengin açıklamalar yazmıştır. Fârâbî’nin çok önemli katkılarından biri de mantık çalışmasını iki kategoriye, yani tahayyül (fikir) ve subut (ispat), ayırarak kolaylaştırması olmuştur.

Kendisinin icat ettiği “Kanun Enstrümanı”nı insanları istediği anda ağlatıp güldürebilecek kadar iyi çaldığı bilinmektedir. Fizikte, boşluğun varlığını göstermiştir. Kitaplarının çoğu kaybolmasına rağmen; 43’ü mantık, 11’i metafizik, 7’si ahlak, 7’si siyaset bilimi, 17’si müzik, tıp ve sosyoloji ve 11’i de tefsir hususunda olmak üzere toplam 117 eserinin varlığı bilinmektedir.

“Kitab’ül-Musika” ve diğer kitaplarından bazıları çeşitli ilim merkezlerinde birkaç yüzyıl boyunca ders kitabı olarak okutulmuş ve Doğu’da bazı kurumlarda hâlen öğretilmekte olan “Fusus al-Hikem” çok önemlidir. “Kitab al-Isa al-Ulum” isimli eseri, bilimin sınıflandırılmasını ve esas ilkelerini yeknesak ve faydalı bir tarzda incelemiştir.

Doğu felsefesi ile eski Yunan felsefesini birleştirmeye, uzlaştırmaya çalışmıştır. Siyaset felsefesi ile ilgili temel düşüncelerini “Fusul al-Madani”, “Medinet’ül Fadıla (Erdemli Şehir)” ve “Kitab es-Siyaset” başlıklı eserlerinde ortaya koymuştur. “Erdemli Şehir” adlı yapıtında Eflatun’un “Cumhuriyet”inden yararlandığı anlaşılmaktadır.

Ancak üzerinde çok durulması gereken bir “Ütopya Şaheseri” olan “El Medinet’ül Fadıla” (Erdemli, Faziletli, Örnek, Model Şehir) adlı eseri ve sosyoloji ve siyaset bilimine olan katkısı unutulmamalıdır. Nitekim Fârâbî, bu kitabında, faziletli bir devletin ve onun başkanının nasıl olması, ne gibi nitelikler, sıfatlar ve vasıflar taşıması gerektiği üzerinde durmuştur. Devleti, Aristo gibi uzuvcu bir yaklaşımla ele almış ve nasıl insan vücudu belli organlardan oluşuyorsa, çeşitli düzeydeki toplumların da belli organlardan oluşan bir yapıya sahip olduklarını ileri sürmüştür. Beş tabakalı bir “Erdemli Şehir”den söz etmiştir. Fârâbî’ye göre, bu siyasal birimin başında bir “filozof-hükümdar” bulunacak, eğer böyle bir kişi yoksa devleti ya bir grup ya da kanun ve gelenekleri iyi bilen birisi yönetmelidir! “Toplumun tabakaları birbirlerine sevgi ile bağlı olacak ve toplumun yönetimine “adalet” ilkesi hâkim kılınmalıdır!” ilkesini savunmuştur.

Bugün biz ütopyanın “adalet, liyakat, meşveret, maslahat ve emanet” ilkeleri ile her alanda kulaklara küpe olmasını umut ediyoruz!

İşte kaç aforizma ve bestelenmiş bir rubaimiz...

*En büyük devrimler, bilim insanlarının eseridir!

*En büyük zenginlik; hiçbir gücün dokunamayacağı ve hiçbir hırsızın çalamayacağı yegâne hazine olan ahlâk, zekâ, akıl, sanat ve bilgi hazinesine sahip olmaktır!

*Geçmişinden ders alıp geleceğini planlamayan, zamanın fırsatını kullanamaz!

*Her şey ilim! Tek yol bilim!

*En büyük saadet ve sevinç kaynağı; merak, gayret, öğrenmek, anlamak ve öğretmektir! En büyük mutluluk; âleme ve Âdeme fayda sağlamaktan doğan mutluluktur!

*Bilimi güçlü yapan; eleştiriye, araştırmaya, deneye, tecrübeye, değişime ve hatalardan süzülmüş daha doğrulara, merak ve heyecanla her an kapısını açık tutmasıdır!

TRT Repertuar No; 23628

Güfte; İsmail Hakkı Aydın

Beste; Kubilây Kolukırık

Makam; Hicaz

Usül; Düyek

https://youtu.be/zPOk8wnKkLY

Kimse bilmez, anlatılmaz, çok günâhım var benim.

Hep ihânet gördü gönlüm, bin bir âhım var benim.

Kalmamış tek bir ümîdim, Dünyada hiç kimseden,

Çok şükür! Allah rahimdir. Kıblegâhım var benim.

(Vezni: Failatün Failatün Failatün Failün)

02.03.2020 10:30

Bu köşede yıllardır çeşitli konularda, özellikle bilim, bilim politikaları, problemleri ve çözüm yolları, eğitim ve istikbale yönelik fikirler hakkında yazar dururum. Zaman zaman da gençlerimizi muhatap alan makaleler de kaleme alır onlarla ülkemizin, insanlığın ve kâinatın geleceğini konu alan hususlar hakkında hasb-i hâl ederim.

İşte bu makalemde de yine tüm gençlere nasihat niteliğinde ve teşvik edici ve uyarıcı olarak, bunca yıllık tecrübelerimin sonucunda serd etmeyi faydalı bulduğum ve her biri hakkında saatlerce konuşabileceğim, kendi çocuklarım, torunlarım ve öğrencilerime de her zaman hatırlattığım şahsi önerilerimi paylaşmayı bir vazife olarak addediyorum.

İşte, her biri üzerinde derin derin düşünmenizi ve fikir üretmenizi istediğim, beyninizin konnektomunun faaliyete geçebilmesine yardımcı olması amacıyla gayrinizami olarak sıraladığım nasihatlerim!

İtiraz edin, hayal kurun, ilerleyin!

“Çakıl taşı gibi olun!” Özünüzü kaybetmeyin. Parçalanıp kaybolmayı değil, çıkıntılarınızı törpüleyip etrafla uyum içinde olun!

Okuyun!

Not alın! Kendi kitabınızı kendiniz yazın!

Okunabilen her şeyi okuyun!

Her kitapta size yarayan bir bilgi vardır!

Kendinizi iyi tanıyın!

Konforunuzu terk edip, dış dünyaya açılın!

Durmayın! Harekete geçin!

Şems-i Tebrîzî; “Her insan ölecek yaştadır!” der!

Mevlana; “Şayet yürümeye başlarsan, yollar sana açılır!” der.

Bilim insanlığı, bir yaşam tarzıdır!

Yolunuzu aydınlatan bilim olsun!

Dürüst olun!

Güler yüzlü olun!

Rakamlara eziyet etmeyin!

Bildiğinizi öğretin!

Hep öğrenci ve hep öğretmen olun!

Öğretmekten haz alın!

Bilgi ve tecrübenizi paylaşın!

Sıra dışı olun!

Alamet-i farikanız olsun, farklı olun, hayalci bir tırtıl olun!

Etik davranın (Rakiplerinizle gizli iş çevirmeyin)

Sözünüze ve randevunuza sadık kalın!

Not alın hafızanıza güvenmeyin!

Öğrendiğinizi en basit şekilde anlatmaya çalışın!

İşe en zorundan başlayın!

Pes etmeyin!

Başarısızlığa doymayın!

Saygılı ve hürmetkâr olun!

Kadirşinas ve kıymet bilir olun!

Her zaman şükürbaz olun, teşekkür edin!

Balık gibi olmayın. İçinde bulunduğunuz ortamın kadrini bilin!

İçinde bulunduğumuz umman, ZİHİNDİR! Farkında olun zihninizin!

Ön yargılı olmayın!

Meraklı olun!

Şüpheci olun!

Detaycı olun!

Ütopya sahibi olun!

Yaratıcı olmak çalışkanlıktan önemlidir.

Meşaleniz bilim olsun!

Bilim, bir ummandır. Sakın “Bu iş tamam” demeyin!

İyi bir gözlemci olun ve ders çıkartın!

Birçok saha ile ilgilenin, çok yönlü olun!

Hayalci olun! (Okumak ve seyahat etmek en iyi hayali kurmada yardımcıdır)

Kendinizi devamlı yenileyin ve esnek bir zihne sahip olun!

Hobi sahibi olun!

Çok yönlü olun!

Çok soru sorun!

İlim önce, iman sonra gelir, unutmayın!

İnanmadan önce, anlamanın peşinde olun!

Konnektomunuzu oluşturmak için, tecrübelilerle istişare edin!

Nöronu örnek alın!

Hayat, en iyi öğretmendir, unutmayın!

Eleştirileri dikkate alın!

Mutluluğu küçük şeylerde arayın!

Kanaatkâr olun!

Para ile alınabilecek şey için zaman harcamayın. Para ile alınamayacak şeyler için zaman harcayın!

Kafanıza takılan sorunun cevabını bulmadan uyumayın!

Okumak ve çalışmak için zaman, kitap, mekân ve imkân aramayın! İçinde bulunduğunuz an, en müsait zaman ve elindeki kitap en uygun kitaptır.

Planlı ve programlı olun!

Her işinizi kendiniz takip edin!

Ailenize zaman ayırın!

Hep iyimser düşünün. Kötü düşünmeyin!

Başarısızlıklardan yılmayın!

Fırsat kollamayın, fırsatı kendiniz yaratın!

Bir rakibiniz, hatta düşmanınız olsun!

Kendinizi kendinize rakip yapın!

Hep değişim içinde olun, metamorfozu yaşayın!

Zeki ve çalışmaktan ziyade, daha iyi ve daha yaratıcı olun!

Lider olun!

Vagon değil, lokomotif olun!

Ölümsüz olun!

Bunların her biri, bir konferans ve hatta bir kitap konusu olabilecek aforizmalardır. Başka aforizmaya ne gerek…

Hicran, Hicran’lığını yapadursun! Güftesi bana, bestesi Dr. Yılmaz Karakoyunlu’ya ve icrası Melihat Gülses’e ait (https://www.youtube.com/watch?v=FeRg3kfcIjI), Acemkürdi Makamı’ndaki bir rubaimizi paylaşarak bitirelim.

DUR BİRAZ

Kaçma Canım, Gitme Aşkım, Bitme Sevgim Dur Biraz!

Yandı Bağrım Hasretinden, Soldu Rengim, Dur Biraz!

Vuslatınla Dindir Artık Gel de Sonsuz Hasreti,

Al Emanet Sende Kalsın, Aşkta Dengim Dur Biraz!

27.02.2020 14:00

Bu makalem, bir beyin cerrahı olarak üstüme vazife olmamakla birlikte, çok çeşitli felaket senaryolarına sebep gösterilen Çin’deki Wuhan virüs salgını hakkında, bilimsel özet bir malumat vermek amacındadır.

Sağlık Bakanlığı, personeli bilgilendirmek amacı ile bu konuda bir rehber-kılavuz yayımlamıştır [2019-nCoV Hastalığı Sağlık Çalışanları Rehberi (Bilim Kurulu Çalışması)

T.C. Sağlık Bakanlığı, Ocak, 2020]. Herkes için faydalı olacağı kanaatindeyim. (https://hsgm.saglik.gov.tr/depo/haberler/ncov/2019-nCov_Hastal_Salk_alanlar_Rehberi.pdf). Bu yazıda da söz konusu rehberden ileri derecede yararlanılmıştır.

Çeşitli komplo teorilerinin odağındaki bu salgının sebebi coronavirüsler (CoV) zoonotik olup; hayvanlardan insanlara bulaşan, soğuk algınlığından Orta Doğu solunum sendromu (MERS-CoV) ve şiddetli akut solunum sendromu (SARS-CoV) gibi daha ciddi problemlere kadar çeşitli hastalıklara neden olan büyük bir virüs ailesidir.

İnsanlarda coronavirüsün neden olduğu hastalık spektrumu basit soğuk algınlığından ciddi akut solunum sendromuna (Severe acute respiratory syndrome, SARS) kadar değişkenlik gösterebilmektedir. İnsan ve hayvanlarda çeşitli derecelerde respiratuar, enterik, hepatik, nefrotik ve nörolojik tutulumlarla seyreden klinik tablolara neden olabilmektedir.

Coronavirüsler tek zincirli, pozitif polariteli, zarflı RNA virüsleridir.

Pozitif polariteli oldukları için RNA’ya bağımlı RNA polimeraz enzimi içermezler, ancak genomlarında bu enzimi kodlarlar. Yüzeylerinde çubuksu uzantıları vardır. Bu çıkıntıların Latince’deki “corona”, yani “taç” anlamından yola çıkılarak bu virüslere coronavirüs (taçlı virüs) ismi verilmiştir. Alfa, beta, gama ve delta türleri olan bu virüsler; insan, yarasa, domuz, kedi, köpek, kemirgen ve kanatlılarda bulunabilmektedir.

Virüsler girdiği her organizmada çok değişik mutasyona uğrarlar, evrimleşirler ve farklılaşırlar. Coronavirüs, çok basit bir RNA virüsüdür. Virüs ne kadar basit yapıya sahipse o kadar kolay mutasyona uğrar. Tedavileri zorlaşır.

Hücrelere girer ve istila eder. Hayvanda ve dış ortamda nonpatojen olup, insan organizmasına girince mutasyona uğrar, RNA’larını hücre çekirdeği içine kopyalar, çoğalır, virüs kendi genetik yapısını değiştirir, hücreleri çoğalma yeri olarak kullanır, istila eder ve hastalıkları yapar.

Hızlı mutasyon tedaviyi çok zor duruma sokar. HIV virüsü de çok hızlı mutasyona uğrar ve hastalıklarla baş etmeyi zorlaştırır. Genetik yapısını mutasyon ile çok hızlı (kılık-kimlik) değiştirdiği için savunma sistemimiz bunu tanıyamıyor ve bu virüsler için ilaç geliştirmek çok zor oluyor.

Zamanla bu virüsleri tanımaya çalışan vücut bunlara silah geliştirebiliyor. Ama bu  zaman zarfında vücut hastalıklara dayanabilecek mi... Keşke! Bir süre sonra bu corona tipi  virüsü hızlı evrimleşmesiyle her şeye dirençli bir hâle gelebilir ve kitleler hâlinde ölümlere de neden olabilir. 

Veba salgını, Ebola salgını gibi, dünya nüfusunu azaltıcı ve kontrol edici salgınları da bu çerçevede unutmamak gerek!

Diğer çok önemli ve üzerinde durulması gereken bir husus daha var! Normal virüslerin mutasyon özelliklerinin aksine, laboratuvarlarda genetik kodlamaya tabi tutularak geliştirilen virüslerin ne zaman mutasyona uğrayacağı ve davranış eğilimleri programlanabilmektedir! Tedaviye de dirençli olarak programlanabiliyor! Bunun doğuracağı fecaatin tahayyülün bile ürkütücü...

Tabiatın, hayatı sorumsuz ve hoyratça kullanan dünyaya bir tokadı mı bu acaba?

31 Aralık 2019’da Dünya Sağlık Teşkilatı (DSÖ) Çin Ülke Ofisi, Çin’in Hubei eyaletinin Wuhan şehrinde etiyolojisi bilinmeyen pnömoni vakalarını bildirdi. 7 Ocak 2020’de etken daha önce insanlarda tespit edilmemiş yeni bir coronavirüs (2019-nCoV) olarak tanımlandı.

2019-nCoV, SARS-CoV ve MERS-CoV’unda içinde bulunduğu beta-coronavirüs ailesi içinde yer almaktadır. Fatalite hızı SARS salgınında iken, MERS-CoV’da %35-50 arasında iken şu an için eldeki veriler ile 2019-nCoV virüsünün fatalite hızı hakkında yorum yapılamamaktadır.

İlk izlenimlerde asemptomatik vakaların da olması nedeniyle hafif seyirli olabileceği düşünülmekle birlikte, izlenmeye devam edilmesi gerekmektedir.

Çin’in Hubei eyaleti, Wuhan şehrinde, 31 Aralık 2019’da etiyolojisi bilinmeyen pnömoni vakaları bildirilmiştir. Wuhan’ın güneyindeki Wuhan Güney Çin Deniz Ürünleri Şehri Pazarı (farklı hayvan türleri satan bir toptan balık ve canlı hayvan pazarı) çalışanlarında kümelenme olduğu belirtilmiştir.

Vakalarda ateş, dispne ve radyolojik olarak bilateral akciğer pnömonik infiltrasyonu ile uyumlu bulgular tespit edilmiştir. Şu ana kadar bildirilen ölüm vakaları genellikle ileri yaştaki bireyler olmuştur.

İlk importe vaka 13 Ocak 2020’de Tayland’dan bildirilen 61 yaşındaki Çinli bir kadındır. Japonya Sağlık Bakanlığı tarafından, 14 Ocak 2020’de 30’lu yaşlarda bir erkek hasta ikinci importe vaka olarak bildirilmiştir.

Tayland ve Japonya’dan bildirilen iki importe vakanın Wuhan eyaletine seyahat öyküsü olup, ilk kümelenmenin tespit edildiği deniz ürünleri pazarına ziyaret öyküsü bulunmamaktadır.

Ayrıca, kıtalar arası importe vaka bildirimi de yapılmıştır. Kaynağının, Huanan Deniz Ürünleri Toptan Satış Pazarında yasa dışı satılan vahşi hayvanlar olduğu düşünülmektedir. İnsanlarda damlacık yolu ile bulaşmakta olup, inkübasyon süresi 14 gündür.

Eldeki verilere göre ağır seyreden olguların oranının ve fatalite hızının çok yüksek olmadığı şeklinde bir izlenim elde edilmiştir. Ancak, ilerleyen dönemde virüsün genetik yapısında ortaya çıkabilecek değişikliklere bağlı olarak farklılaşabilir.

Şu an için bulaştırıcılık süresi, inkübasyon süresi ve virüsün dış ortama dayanma süresi net olarak bilinmemektedir.

31 Aralık 2019 tarihinde tespit edilen pnömoni kümelenmesinin etkeni, 7 Ocak 2020’de daha önce insanlarda tespit edilmemiş yeni bir coronavirüs (2019-nCoV) olarak tanımlanmıştır.

Bu tarihten sonra vaka sayılarında artış bildirilmekte olup, sağlık çalışanlarında hastalığın ortaya çıkması insandan insana bulaş olduğunu göstermektedir.

İlgili mercilere acilen bildirilmesi gereken bu coronavirüs enfeksiyonunun yaygın belirtileri; solunum semptomları, ateş, öksürük ve dispnedir.

Daha ciddi vakalarda pnömoni, ağır akut solunum yolu enfeksiyonu, böbrek yetmezliği ve hatta ölüm gelişebilir. Mutlak belli merkezlerde hospitalize edilerek tedavi edilmeleri gerekir.

Genel olarak damlacık bulaşımı koruyucu prensiplerine uyulmalıdır. Olası/kesin 2019-nCoV vakaları ile 1 m’den daha yakında temas edecek kişiler için gerekli şahsi koruyucu malzeme olarak; eldiven, önlük (steril olmayan, tercihen sıvı geçirimsiz ve uzun kollu), tıbbi maske, N95 maske (sadece damlacık/aerosolizasyon çıkaran işlem sırasında), yüz koruyucu, gözlük, sıvı sabun, alkol bazlı el dezenfektanı kullanılmalıdır.

2019-nCoV enfeksiyonu için doğrulaması yapılmış veya değerlendirmesi devam eden bir kişi ile yakın temas etmiş olanlar, son temaslarından sonraki 14 gün boyunca günde iki kez ateşlerini ölçmeli, öksürük, solunum sıkıntısı ile titreme, vücut ağrıları, boğaz ağrısı, baş ağrısı, ishal, mide bulantısı/kusma ve burun akıntısı gibi diğer erken semptomların olup olmadığını takip etmelidirler.

Solunum yolu sekresyonları veya vücut çıkartıları ile kontamine olması mümkün olan tüm yüzeylerin standart çamaşır suyuyla sulandırılmış (1:100 normal sulandırmada) sodyum hipoklorit ile temizlenir, belirgin şekilde kirlenme olduğunda da (1:10 normal sulandırmada) kullanılır. Banyo ve tuvaletler günde en az bir kez standart çamaşır suyuyla sulandırılmış karışımla temizlenir.

Velhasıl... İnsan gibi beslenmek, insan gibi yaşamak. Temizlik. Temizlik...

Birkaç aforizmamız ve bestelenmiş bir güftemiz ile bitirelim.

*Bilim, hayat vermek içindir. Yok etmek için değil!

*Hayatı yok etmek için bilimi kullananlardan, hayatın  intikamı çok acı olur!

*En büyük devrimleri bilim insanları yapar.

*Yük ağır, yol uzun, zaman kısa, menzil uzak!

*FELSEFİ KEYFİYET:

İnsan; en asil vekâlet, mükellefiyet!

Beden; en kutsal emanet!

Ömür; en kısa mühlet!

Hayat; en ağır sıklet!

Ölüm; en mübhem izafiyet!

Beyin; en büyük devlet!

Akıl; en mukaddes nimet!

Ruh; en esrarlı, rahmani işaret!

Vicdan; en hassas hikmet!

Zekâ; en keskin haslet!

Nefis; en gafil, sefil enaniyet!

Şeytan; en masum illet!

*En hassas ölçü birimi, vicdandır.

*Bu âlemde her ne varsa, birbirine borçludur!

*Hastalıkların önlenmesi için harcanan bir kuruş, tedavileri için sarf edilen milyarlara bedeldir!

Hicazkâr Şarkı

Beste; Amir Ateş

Güfte; İsmail Hakkı Aydın

Usül; Düyek

SEZEN

Ne sezgidir sezemem sezgileri Sezen’i,

Sezen’de de sezgi var sezdiriyor Sezen’i,

Sezgi ve sevgi ile ruhumla seziyorum,

Sezgin sezgilerimi sezebilen Sezen’i

22.02.2020 18:17
OSZAR »